25 Nisan 2021 Pazar

Çocuktaki Gelecek

Her çocuk özeldir. Her çocuk bir gelecektir. Her çocuk ayrı bir umuttur. Her çocuk ailesinin en kıymetli varlığı ve neşe kaynağıdır. Çocukların cezai ehliyeti yoktur. Tüm çocuklar masumdur. Her çocuk sevgiyi, şefkati ve korunmayı hak eder. Ailesinin maddi durumu ne olursa olsun her çocuğun uluslararası hukukla korunan hakları vardır. Bu temel insan haklarından belki de en önemlisi eğitim hakkıdır. Birleşmiş Milletler, “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” sini 1989 yılı gibi çok geç bir tarihte yayınlamış ve ülkeler imzalamıştır. Elli dört maddelik sözleşmede on üç yerde eğitim kelimesi geçmektedir. Çocukların özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlâki esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirmeyi, korumayı ve sağlıklı gelişimini öncelikle ana-babası ve vasisine son olarak devletin garanti altına almayı hedefleyen bu metinde; kitle iletişim araçlarının ve çocuk kitaplarının bu doğrultuda olması gerektiği de vurgulanır. Çocuğun korunması ve sağlıkla yetişkinliğe erişebilmesi için okulun ve eğitimin şüphesiz önemli etkisi vardır. Bu sorumluluklara bu süreçte öğretmen ve eğitimciler de dâhil olmaktadır. İçinde bulunduğumuz zamanda çocukları ve gençleri x, y, z ve alfa kuşağı gibi kavramlarla betimleyip onlara yeni davranış kalıpları yazarak gerçeküstü sınırlar çizmeyi şahsen çok doğru bulmuyorum. İnsan olmak temelinde aile ve toplum içinde temel fizyolojik, psikolojik ve ruhsal ihtiyaçların değişmeden devam ettiğini düşünüyorum. Her kuşağın farklı ihtiyaçları olduğunu ileri sürerek anne-babalara ve öğretmenlere yeni tavır ve yöntemler önermek toplumun yaşayan torun-baba-oğul arasında ortak noktaların azalmasını hızlandırır ve toplumsal çözülmeye doğru bir istenmeyen bir gidişe yol açabiliriz. Öte yandan bu yeni davranış kalıpları kültürel kodların bilerek isteyerek değişmesine de hizmet edecektir. Her insanın ve çocuğun nevi şahsına münhasır özellikleri olduğunu da düşündüğümüzde bu farklı tutum ve davranışların sınırsız olacağını öngörebiliriz. Çocuk eğitimiyle ilgili olarak tüm çocuklar için geçerli süper bir reçete olmadığı, bir ailenin sahip olduğu üç beş kardeşin bile farklı özellikler göstermesiyle kabul edilecektir. Her bir çocuk için tüm gelişim evrelerindeki davranışları ve anne-babaların gösterecekleri karşı bilinçli ebeveyn tutumlarının bilinmesi sağlıklı bir ortamı besleyeceğini söyleyebiliriz. Sevgi ve disiplinin ölçüsünde zamanında gösterilmesi, herkesin olması gerektiği rolü iyi oynaması halinde ailede ve toplumda sağlıklı bir ortam oluşmasını bekleyebiliriz. Aslında sihirli formül, çocuk-ergenle anne-babanın iletişimin sorunsuz olmasıdır. Tüm ebeveynler, çocuklarının yaradılışından var olan yeteneklerini fark etmesi, bu doğrultuda onu desteklemesi halinde gelecekte mutlu ve başarılı olması muhtemel olacaktır. Çocuklarımız bir yandan toplumun sağlıklı bir üyesi olmak için sosyalleşirken diğer yandan birey olmanın gereği özgüveninin gelişerek özgür kişilik gelişimi oluşacaktır. Ebeveynler kendi doğrularını ve kalıplarını çocuklarına kabul ettirmek yerine onların gelecek hayallerini dinleyerek kişilik oluşumunu desteklemeleri daha doğru olacaktır. Özellikle ergenlik döneminde olası yaşanabilecek herşeye itiraz ederek karşı gelme, söz dinlememek gibi davranış değişikliklerinde bilinçli ebeveynler gibi davranmak aralarındaki sevgi-güven ilişkisini bozmadan sabırla hassas dönemi geçirmelerine destek olmalıdırlar. Erken çocukluktan başlayarak geleceğin başarılı bireyinin duygularını tanıma ve kontrol etme konusunda farkındalık kazanması ve toplumsal rollerini olması gerektiği gibi yapabilmesini sağlayabilir. Duygu yönetim becerileri; sosyal beceriler ve akademik başarı arasındaki en önemli anahtar, iletişim ve dinleme becerileridir. Bu beceriyi de çocuklara küçük yaşlardan itibaren kitap okumayla beraber konuyla ilgili sohbet etmekle ailede gelişeceğini uzmanlar tavsiye etmektedir. Çocuk gelişiminde okul öncesi anaokulu/anasınıfı düzeyinde başlayarak ilkokulda birbirleriyle iyi ilişkiler kurarak uyum içinde çalışma bir takım gibi davranma becerisi, iletişim ve işbirliğinin geliştirilmesi yaşanması muhtemel sorunların en aza indirilmesini sağlayacaktır. Özellikle bu dönemde başlayan merak duygularının sürekli beslenmesi ve canlı tutulması akademik başarıyı da artırabilir. Teknolojinin ve bilişimin hayatımızın her alanında yer aldığı bu dönemde öğretmen olmak; değişen dünyada çağın gerektirdiği eğitim anlayışıyla mesleğini daha verimli hale getirmek için kendilerini sürekli yenilemeleri ve geliştirmelerini zorunlu kılmaktadır. Yurtdışında otuz bir ülkede yapılan araştırmaya göre; öğrencilerin okul başarısı ile öğretmenlerin bilişsel yeterlilik düzeyi arası doğrudan bir bağ bulunduğu tespit edilmiştir. Öğretmenlerimiz, öğrenci merkezli ters-yüz öğrenme/sınıf, Sokratik sorgulamaya, senaryoya dayalı ve okuyucu tiyatroları, hikaye/masal anlatıcılığı, drama gibi farklı yöntemlerle dersleri zevkli hale getirebilmelidir. Öğrencilerine öğretmeye çalıştıkları gibi yaşamboyu öğrenmeyi, gelişimi ve yeniliği ilke edinerek nitelikli, velilerin tercih ettiği ve öğrencilerin sevdiği iyi öğretmen olmaya gayret etmelidirler. Çocuklardan gelecekte toplumunun sağlıklı bir üyesi olmalarını bekleyebilmek için; demokratik uygulamalarla yüreklendirmeli, gerektiğinde uygulamaları sorgulayabilmeli, her denileni değil düşünerek doğru olduğuna inandığı gibi dürüstçe davranması gerektiği öğretilmelidir. Bunun yolu da sınıf içinde planlı düzenlenen uygulamaların, ders konularının gündelik yaşam ile ilişkilendirmek, aktif katılımlarını sağlamak, açık iletişimle gelen sorulara tatmin edici samimi cevaplar verebilmektir. Zorunlu çevrimiçi öğrenimle dijital okuryazarlık yanında dijital pedagojik yaklaşımla insan/çocuk unsurunu sadece öğrenme kayıplarını gideren bilgi aktarımı değil, diyalog ve tartışma ortamında kendilerini yansıtabileceği fırsatları da düşünmek gerekiyor. Sınıfa katılarak eğitime devam edememenin kayıplarını en aza indirmek için ne gerekiyorsa yapmak yeni yaklaşım/yöntemler geliştirmek zorundayız. Geliştirici/pekiştirici ödevlerin bile dijitale dönüşmesi evden eğitimde uzaktan sınıf yönetimi yazılımı ve becerisi gerektirmektedir. Çocuk yetiştirme ilkelerinden uzaklaşmadan toplumca kabul görmüş bir kimlik oluşumunu, odağına çocuğu alarak popüler kültür etkisinden uzakta akıl ve bilimle her döneminde ihtiyaç duyacağı bilişsel, sosyal ve duygusal desteği sağlayacak yaklaşımları anlatan “Çocuktaki Gelecek” kitabının tüm ebeveyn ve öğretmenlere farklı katkılar sunacağını düşünüyorum. (*) Bu yazı “Tolga Yazıcı, Çocuktaki Gelecek-Okulöncesi ve İlkokul Dönemi Ebeveyn ve Öğretmen Kitabı, İkinci Adam Yayınları, İstanbul–2021” kitabından yararlanarak hazırlanmıştır.

İşletmelerde Usta Öğreticilik ve Önemi

Meslek, insanlara yararlı mal ya da hizmet üretmek ve karşılığında para kazanmak için yapılan, belli bir eğitimle kazanılan sistemli bilgi ve becerilere dayalı, kuralları toplumca belirlenmiş etkinlikler bütünüdür. Mesleki eğitim; toplumsal hayatın her alanında ihtiyaç duyulan mesleklerde kalifiye teknik elemanlar yetiştirilmesi için gerekli bilgi ve becerilerin verildiği eğitimdir. Mesleki eğitimin amacı, toplumun hedefleri ve iş çevrelerinin talepleri doğrultusunda bireylere belirli bir mesleğin gerektirdiği bilgi, beceri ve uygulama yeterliliklerinin kazandırılmasıdır.(1) Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin ilgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirecek, gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlanmasında ve Ülkemizin kalkınmasında ve önemli unsur haline gelmesinde mesleki eğitimin önemi çok büyüktür. Mesleki ve teknik eğitim, ülkemizin sanayileşmesi ve gelişmiş ülkeler ile rekabet edebilmesi açısından son derece önemli olmakla birlikte, ülkemizde mesleki ve teknik eğitim beklenen ilgiyi görmemektedir. Gelişmiş ülkelerle rekabet edebilme açısından mesleki ve teknik eğitimin desteklenmesi ve gelişmiş ülkeler düzeyine çıkarılması gerekmektedir. Ülkemizde ortaöğretim düzeyinde mesleki eğitim arzu edildiği gibi yapılanamamış ve beklentileri karşılayamamıştır.(2) İşbaşında uygulamalı mesleki eğitim, sistemin en kritik sürecidir. İşletmede hızlı bir işyeri tanıtımı ve uyum eğitimi, belli aralıklarla farklı birimlerde çalışma imkânı, yetkili ehil meslek insanlarının öğrencilerin eğitimiyle yakından ilgilenmesi, atölye ve meslek dersi öğretmenlerinin etkili koordinatörlük yaparak staj süresinin hedeflerine uygun verimli geçirilmesi esastır. Kamu-özel ayırmaksızın işletmede beceri eğitim ve staj yapılan işyerlerinde öğrencilerin mesleki eğitiminden sorunlu kişi kanunen “Usta Öğretici” dir. İşletmelerde eğitime başlayan öğrenciler usta öğreticinin sorumluluğuna verilmelidir. İşbaşında yılboyu takip edilecek “Pratik Eğitim Programı” doğrultusunda belli bir planla işbaşında meslek öğrenilmesi okuldaki teorik eğitimden daha zordur. Bir yandan üretim devam ederken, iş ortamının gerekleri yerine getirilirken, her türlü risk altında öğrencinin mesleki eğitimi yanında insan sağlığı ve iş güvenliğinden sorumludur. Öğrencinin çalışmalarını staj defterine raporlaması, aylık devamının izlenmesi ve dönem sonlarında kayıtlı okuluna başarısının değerlendirilerek gönderilmesi gerekmektedir. Eğitim fakültesi mezunu ve öğretmenlik formasyonu olmayanların bu sorumluluğu alabilmesi için on gün süreli toplam kırk saatlik bir “Usta Öğreticilik ve İş Pedagojisi Kursu” nu tamamlayarak “Usta Öğretici Belgesi” almış olması gerekmektedir. Bu kurslar, Halk Eğitimi ve Mesleki Eğitim Merkezleri ile Mesleki ve Teknik Anadolu Liselerinde açılmaktadır. Ustalık veya işyeri açma belgesine sahip olanlar ile en az ön lisans seviyesinde mesleki eğitim almış olanlar, açılan iş pedagojisi kursuna katılabilirler. Kursu başarıyla tamamlayanlar belge verilir. Kısa süreli de olsa bu kurs sayesinde programda yer alan; Mesleki eğitim tanımı, kavramları, mevzuatı, ulusal ve mesleki standartlar/yeterlilikler, hayatboyu öğrenme, sözleşme, belgelendirme, meslek etiği, iş sağlığı ve güvenliği, iletişim, eğitim psikolojisi, mesleki öğretim yöntem ve teknikleri, öğretim programları uygulamaları, kalite ve verimlilik, ölçme ve değerlendirme yöntem ve teknikleri konularında eğitim verilir. Bir anlamda öğretmenlik becerilerinin basit ve özeti kabul edilebilecek bu kurs ile işine, çırağ ve yanına verilen stajyere eğitim açısından nasıl davranacağı öğretilmektedir. Öğrencilerin bulunduğu yaş, ergenlik dönemi, ruhsal ve psikolojik durumu hakkında bilgi sahibi olmayan onunla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanabilir. Üretimdeki bir süreci, ürünü nasıl bir öğrenme birimine dönüştüreceğini, hangi öğrenme yöntem ve tekniğini kullanacağını, öğrenmenin gerçekleşme düzeyini nasıl ölçmesi gerekeceğini ve not ile nasıl değerlendireceğini bilmesi gerekmektedir. Öte yandan tüm usta öğreticilerin sorumluluklarındaki öğrencilere hak ettiği değerlendirmeyi eşitlik ve adalet ölçüsünde gerçekleştirmesi de önemlidir. Bu süreçte öğrencilere sert davranması halinde onların meslekten soğumalarına sebep olabilirler. Onlara karşı duygusal davranmayıp objektif sabırlı olmaya çalışmaları önemlidir. Meslek dışı gereksiz işleri yaptırmayıp onların da üniversiteye hazırlanıyorum gibi bahanelerle iş ortamına gelmeden veya gelerek test çözmelerine göz yummamalıdırlar. Firma sahibi işverenlerin çalışanlarından birkaçını bu kursa göndererek işletmeye çırak ve stajyer alınmasına imkân sağlaması gerekmektedir. Sektörü temsil eden firma sahiplerinin istihdam amaçlı nitelikli eleman ihtiyacını karşılayabilmeleri için mesleki eğitim görmek isteyenlere fırsat tanımalıdırlar. Bu ülkenin genç nüfusunun her bir ferdinin nitelikli birer meslek insanı olmalarına destek olmak bir vatandaşlık görevi kabul edilmelidir. Mesleki Eğitim Kanununa göre işverenlerin, meslek lisesi öğrencilerine işletmelerinde uygulamalı mesleki eğitimi yaptırmak stajyer kabul etmeyi ve usta öğretici istihdam etmeyi yasal bir zorunluluk olarak değil bu konunun “meslek lisesi memleket meselesi” olduğuna inanarak destek vermesi gerekir. Milli Eğitim Bakanlığınca (MEB), işletmelerde mesleki eğitim merkezlerinde kayıtlı daha fazla öğrencinin beceri eğitimi alabilmesine olanak sağlayan yeni düzenleme yapıldı. Buna göre, bir usta öğretici bulunan işletmelerde beceri eğitimi alabilen öğrenci sayısı 12’den 40’a yükseltildi. Bakanlık, geleneksel çıraklık, kalfalık ve ustalık eğitiminin verildiği mesleki eğitim merkezlerini güçlendirmek için adımlar atmaya devam ediyor. Daha önce mesleki eğitim merkezlerine devam eden öğrencilerin lise diploması alabilmeleri ile ilgili yapılan iyileştirme sonunda mesleki eğitim merkezlerine kayıt yaptıran öğrenci sayısı yüzde 62 arttı. Usta öğretici eğitimi ile ilgili olarak Pandemi döneminde ilk kez uzaktan eğitim imkânı sağlandı. (3) Yukarıda açıklanmaya çalışıldığı üzere usta öğreticiler, mesleki eğitimde işbaşında uygulamalı mesleki eğitimin etkili ve verimli yapılması için hayati öneme sahiptir. Meslek liseleri dışında meslek öğrenmek usta-çırak ilişkisi içinde yapıldığından bugün okulda mesleğin teorik ve teknolojik kısmını öğretmeninden öğrenme şansına da sahip olmaları daha nitelikli bir meslek insanı olmalarını sağlayacaktır. Nitelikli meslek insanlarının çoğalması çalışabilir nüfusun tamamının istihdama dahil olarak mal ve hizmet ürettiği bir ülkede de milli gelir artacak, vatandaşlar da refah içinde mutlu huzurlu yaşayabileceklerdir. (1) https://egitimheryerde.net/isletmelerde-beceri-egimi-ve-staj/ (2) Onuncu Kalkınma Planı, Mesleki Eğitimin Yeniden Yapılandırılması Çalışma Grubu Raporu, s.54, Ankara, 2014 (3) https://meslegimhayatim.meb.gov.tr/haber/mem-beceri-egitimi-degisikligi

Eğitimciler İçin Protokol ve İletişim Kuralları

“Kıyafetinizle karşılanır, düşünce, davranış ve konuşmalarınızla uğurlanırsınız” diye güzel bir söz aslında çok şey anlatıyor. Ancak; davranışlarımız ve konuşmalarımız kıyafetimizi desteklemiyorsa tek başına kıyafet bir değer ifade etmeyecektir. Resmi-özel kurum çalışanı ayırt etmeksizin herkesin bilmek ve uymak zorunda olduğu belli toplumsal kurallar olduğu biliyoruz. Protokol deyince resmi bir makam ve görevli, bir bayrak-bayram töreni, bir toplantı ve bu ortamlarda insanların uyması gereken kurallar aklımıza geliyor. Bu kuralların bazıları yazılı olarak görevlilerin okuyup öğrenebileceği bazıları ise yazılı olmayan ama özel, sosyal, kamusal alanda çalışma hayatında yaşanarak öğrenilen kurallardır. Hatta bu kuralların bir kısmı da genel geçer görgü kuralları olarak kabul edilebilir. Kişiler bir makamda iseler o görevi yerine getirirken kurumu ve makamı da temsil etmek gibi ilave bir yükümlülük altındadırlar. İletişim ve davranış kalıplarını da içine alan protokol kurallarına uymak görevliler için yasal bir zorunluluktur. Hatta göreviyle ilgili olarak katılımda kendisine eşi de refakat ediyorsa kurallar kamu görevlisi olmasa da eşi de kapsamaktadır. Kasıtlı olarak protokol kurallarını ihlal etmek bayrağa, devlete, kuruma, makama ve göreve saygısızlık olarak da algılanabilmeye varabilecek ve cezai bir yaptırıma da yol açabilecektir. Toplumsal hayatta en belirleyici unsur; kişinin önce kendisine, sonra başkalarına duyduğu saygıdır. Saygı gösterdiğimiz kadar saygı göreceğimizi hiçbir zaman unutmamalıyız. Yöneticilerin işleriyle ilgili bilgi ve becerisi, kişiliği ve protokol bilgisi başarılarına etki eden faktörlerdendir. Özellikle kamu hizmetlerinde görev yapan biz eğitimcilerin sıklıkla kamu kurumlarıyla işbirliği, ortak tören ve toplantılara katılması, protokol kurallarını bilmek ve uymak zorundayız. Protokol kurallarının uygulanmasında; yetki ve sorumluluklara dikkat edilmesi gereklidir. Devlet Memurları, Kanuna göre; “resmi sıfatlarının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduklarını hizmet içindeki ve dışındaki davranışlarıyla göstermek zorundadırlar.” Bir kişinin protokole önem vermemesi ya da uymaması, taşıdığı unvanın, çalıştığı kurumun ve temsil ettiği makamın en önemlisi de kendi itibarını düşürür. İtibar da tıpkı güven gibi kazanılması uzun ama kaybedilmesi çok kısa zaman alır. Protokol uygulamalarında; sosyal davranışların temelini terbiye, nezaket, zarafet ve estetik oluşturur. Protokolde konuklar, yöneticiler ve hanımlar öncelikli ve önemlidir. Protokol kuralları bu kişilerle olan ilişkilerde tam olarak uygulanır. Öndelik ve önceliğe göre protokol kurallarında oturma düzeni; önde gelme sıralaması dikey, önce gelme sıralaması yatay olarak yapılır. Örneğin; bir törende protokole dahil olan önde gelen Kaymakam, Belediye Başkanı ve Garnizon Komutanı için önde üç koltuk (farklı) ardında dokuz yatay sıralı koltuk (farklı) olarak yerleştirilir. Kaymakam ortada, sağında (oturanları göre) ikinci makam ve solunda üçüncü sıralı makam sahibi otururken arkasındaki koltuklara da aynı şekilde tam ortadaki koltuk öncelik alınarak bir sağına bir soluna sıralanarak isim/görev/unvan yazılarak oturma düzeni sağlanır. Resmi bayram ve törenlerde davet edilen makam sahibi yetkilinin yasal mazereti olmadan katılmayıp yerine kendisini temsilen kurumdan bir astını göndermesi uygun kabul edilmez. Ancak makam sahibi yasal mazeretli (izinli/raporlu/tayini çıkmış) ise yerine vekâleten görevi yürütenler asaleten görevde bulunanlar gibi davranmalıdırlar. Protokol ilkelerine göre; tüm ilişkilerde saygı-nezaket, onuru-itibarı korumak ve temsil esastır. Temsil eden kişinin; dış görünüşü, temiz-uygun giyimi, tutum-davranışı, güzel konuşması, protokol-saygı-görgü-nezaket kurallarına uyması aynı zamanda kişisel imajıdır. Düzey eşitliği, denklik, karşıtlılık esastır. Önde gelmede; üst unvan, rütbe ve kıdem esastır. Protokolsüz bir sıralama alfabetik düzendedir. Ulusal bayrak, konuklar, üstler ve hanımlar sağdadır. Toplantı ve törenlerde konuşma sırası asttan üste doğru (son sözü büyük söyler) yapılır. Ödül takdim törenlerinde önce protokol önde gelenden başlayarak yapılır. Üstler karşılamada başta, uğurlamada ise sonda, yürüyüş ve oturma düzeninde orta merkezdedir. Kişiler geçici, makamlar kalıcıdır. Saygı kişiye değil, makamadır. “Kişiliğini makamlardan alanlar makamı bıraktığında kişiliksiz kalırlar” özlü ve güzel sözü Hz Ömer’in söylediği rivayet edilir. Makam sahibi kişiye “Sayın Valim” gibi hitap edilmelidir. Makam sahibinin odasına girerken varsa palto/pardösü çıkarılmış ceket düğmesi iliklenmiş olmalı, buyurun oturun denilmeden oturulmamalıdır. Amir ve üstlerin yanında asla bacak üstüne atarak oturulmamalıdır. Üst veya eş düzey makam sahibi odamıza geldiğinde koltuğumuzda değil misafir karşısında koltukta oturulmalıdır. Misafir veya protokol yanında telefon görüşmesi yapılmamalı, zorunlu acil hallerde izin alınarak konuşulmalıdır. Protokol kurallarında el veya yanaktan öpmek yoktur. Tokalaşmak için önce üstün veya hanımların hareketi beklenmelidir. Tokalaşılan kişinin gözüne bakılmalıdır. Görevi, unvanı, yaşı ne olursa olsun makama gelenleri ayağa kalkarak karşılamak ve uğurlamak gereklidir. Eşdeğer makam sahiplerini oda kapısına, üst amir ve makam sahiplerini kurum dış kapısı hatta resmi araçlarına kadar uğurlamak kuraldır. Randevu ve görüşme saatlerine özen gösterilmelidir. İdeal bir yönetici bu kuralları bilmek, öğrenmek ve uygulamak zorundadır. Resmi araçlardaki kurallara göre; küçük büyükten önce biner ve arka sola oturur. Sağ arka koltuk makam sahibine aittir. Koruma, sekreter, mihmandar ve tercümanlar sağ ön koltukta otururlar. Özetle, en üst makam sahibi aracın arka sağ koltuk, sonrakiler sırasıyla sola doğru ve ön sağ koltukta oturur. Aynı rütbe, unvanlılar arasında kıdeme, varsa hanım ve konuklara öncelik verilir. Tanışma ve tanıştırmalarda ise küçük büyüğe, erkek kadına, tek kişi topluluğa, sonra gelen önce gelenlere tanıştırılır. Öğretmen ve yöneticiler kişi olarak çoğunlukla okul müdürü ve yardımcıları, rehber ve psikolojik danışman, sınıf/zümre/şube öğretmeni, okul memuru ve hizmetli/güvenlik/teknisyen gibi diğer çalışanları, veliler, anne-babalar, servis şoförleri, kantin işletmecisi, okul çevresindeki komşu ve esnaflarla iletişim halindedirler. Osmanlı devlet adamı ve diplomat olan Ahmet Vefik Paşa, ideal bir yöneticiyi; 24 adet “M” harfiyle başlayan Osmanlıca/Türkçe kelime ile tanımlamaktadır. Anlaşılması için bu kelimeleri günümüz Türkçesiyle yazacak olursak; itibar sahibi, seçkin, ılımlı, azimli, bağışlayıcı, zamanı iyi ayarlayabilen, başarılı, galip, tedbirli, disiplinli, düşünür, güler yüzlü, muhabbetli, sevecen, cömert, iltifat eden, iyiyi kötüden ayırabilen, aydın, müjdeleyici, yüceltilmiş, Allah’a inanan, tecrübeli, fark edebilen, hazır olan ve kendini yenileyen. Gerçekten de bugün bu özellik ve sıfatları taşıyan yöneticilerin olması halinde kurumsal hizmetlerin ve ilişkilerin çok daha iyi olacağı düşünülebilir. Özellikle resmi bayram törenlerinde çok iyi planlanmış bile olsa uygulamadaki aksaklık protokol açısından sorunlar yaşatabileceği düşünülerek tedbir alınmalıdır. Plaket ve hediye takdimi varsa öncesinde makam sahibi bilgilendirilmelidir. Protokol uygulamalarında kişilerin kanaatlerine yerine yazılı mevzuata uygun davranılması halinde protokol krizleri/sıkıntıları yaşanmayacaktır. Otuz yıllık kamu görevim sırasında özellikle eğitim yönetiminde en sık rastladığım hatalı davranışlardan birisi de bir okul müdürünün üst amirleriyle görüşmek için memuruna telefonu bağlatmasını isterken memurun üst amirle konuşup okul müdürünü bağlayacağını söyleyip bekletmesidir. Buradan anlaşıldığı üzere burada kusur, hatayı yapan memurda değil ona görevini protokol kurallarına uygun olarak nasıl yapacağını öğretmeyen okul müdüründedir. Sadece devlet memurları değil resmi kurumlarla irtibat halinde olan herkesin protokol kurallarını öğrenmesi gerekir. Bu başlı başına bir seminer ve eğitim konusudur. Üç sayfalık bir yazıyla yeterli bilgilenmek mümkün olmayacaktır. Öğretmenlikten başlayarak okul-kurum müdürlüğü, şube/ilçe ve il müdürlüğü gibi görevleri başarıyla yerine getirerek, görev yaptığı yerlerde tanıyan herkesin sevgi ve saygısını kazanmış değerli meslektaşım Arif Dede, öğrendiği, bildiği, uyguladığı, bizzat şahit olduğu ilginç örnek olayları ve tecrübelerini de katarak paylaştığı, bu yazıma kaynaklık eden kitabının okuyanlara çok faydalı olacağını, beğenileceğini düşünüyor ve tavsiye ediyorum. (*) Arif DEDE, “Eğitim Yöneticisi ve Öğretmenler İçin Yönetimde Protokol Kuralları ve Kurumsal İletişim, Kutlu Yayınevi, İstanbul-2021

DÜNYA EĞİTİMİNE YÖN VERENLER

Eğitim, tüm dünya devletlerinin vatandaşlarına sunması gereken en temel hizmetlerden biridir. Eğitim konusunda, hangi millete ait olursa olsun bilim insanları araştırmalar yapmakta, uzun düşünsel çaba sonrasında çeşitli teori ve modeller öne sürmektedirler. Herkes için temel bir insan hakkı olarak kabul edilen eğitim için UNESCO gibi örgütler de dünya çapında çeşitli çalışmalar yürütmektedir. Dünya çapında isim yapmış bilim insanların, eğitim tecrübelerini ve iddialarını “Eğitim Düşünürleri” adıyla 127 düşünüre, dört ciltlik bir çalışmada yer veren örgüt çalışmasını erişime açmıştır. Bunların içinden 53 düşünürün fikirleri Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından tercüme edilerek yayınlanmıştır. MEB tarafından hazırlatılan iki ciltlik bu eserde (*); Malcolm Adiseshiah, Alain, İbni Sina, Clarence Edward Beeby, Anders Bello, Basil Bernstein, Bruno Bettelheim, Pavel Petrovich Blonsky, Boutros Al Boustani, Yves Brunsvick, Martin Buber, Joseph Calasanz, roger Cousinet, Jan Wladyslaw Dawid, Maurice Debesse, Friendricih Adolph Wilhelm Diesterweg, Francoise Dolto, Jozsef Eötvös, Aliu Babatunde Fafunwa, Farabi, Celestin Freinet, Fukuzawa Yukichi, Gazali, Paul Goodman, Dimitri Clinos, Maria Grzegorzewska, Torsten Husén, Gaspar Melchor De Jovellanos, Marc-Antoine Jullien, Isaac Leon Kandel, Ellen Key, İbni Haldun, Janusz Korczak, J. Krishnamurti, Anton Makarenko, Philipp Melanchthon, Mencius, Victor Mercante, İbn Miskeveyh, J. P. Naik, August Hermann Niemeyer, Kuniyoshi Obara, Joseph Priestley, İsma’il Al-Qabbani, Maria Rúbies I Garrofé, Otto Salomon, Rudolf Steiner, Anisio Teixeira, Davorin Trstenjak, Konstantin Dmitrievitch Ushinsky, José Pedro Varela, José Vasconcelos, Henri Wallon adlı düşünürlerin eğitim konusundaki fikirlerine yer verilmiştir. Prof. Dr. İrfan Erdoğan, sosyal medya üzerinden dinlediğim bir söyleşide; eğitimde yeni arayışların eski önemli değerli kadim tecrübeler içinde aranması gerektiğini söyledi. Ben de bu görüşü destekliyor ve katılıyorum. Yüzlerce yıl önce çocuk, gençlik ve eğitim konusunda tüm dünyada söylenen elimize yazılı olarak ulaşan fikirlerin çoğunun değerini ve önemini korumakta ve zamanla da bunun değişmeyeceğini düşünüyorum. Adiseshiah (1910-1994); “Tüm dünyada insanlar için olanakları artırarak ve üretkenlik sağlayarak insanların akıllarındaki korkuyu daha iyi bir yaşama dair umutla yer değiştirmek için ve eğitim için çalıştı. O, eğitimi bireylerin sadece meslek edinmek için tükettikleri bir gıda olarak değil aynı zamanda ulusal kalkınmanın bir enstrümanı ve ulusun geleceğine yapılmış önemli bir sermaye yatırımı olarak algılamaktadır.”(1) Meslek eğitimi alan bireyler, sadece kendi geleceklerine umut değil ülkelerinin kalkınmasının en önemli sermayesi olacak nitelikli insan kaynağı olacaklardır. Alain (1868-1951); “Eğitim felsefesi akımlarının tamamı üç temel soruyu cevaplandırmaya çalışır. Bu sorular; eğitimin amacının ne olduğu, eğitilecek kişinin doğasının/yapısının ne olduğu ve amaca nasıl ulaşılacağı şeklinde ifade edilebilir… Okullarla ilgili yapılan iş gücü piyasasının taleplerini okulların karşılayamadığına yönelik şikâyetleri ısrarlı bir şekilde reddetmesini de açıklar. O bu şikâyetlerin gücü elinde bulunduranlar tarafından yapıldığını çünkü gücü elinde bulunduranların özgür bireylerle muhatap olmak istemediklerini belirtir.”(2) Eğitimin en önemli amaçlarından biri olan istihdama imkan sağlamasında, işverenlerin eğitimden şikayet etmek yerine eğitimin ihtiyaçlara göre yapılandırılması ve sürecinin iyi kurgulanmasına destek olmalıdırlar. Blonsky (1881-1941); “Eğitim süreci boyunca öğrencilerin aktif olmaları için, çaba harcadı ve kendilerine güvenmeleri için onları cesaretlendirdi. Eğitim için ezber değil oluşturucu ve yaratıcı aktif bir süreç derdi. Bu noktada bilişsel kapasiteyi geliştirmek için pratik ve bağımsız aktiviteler uygulaması yönündeki görüşleri bugün bile fayda sağlamaktadır.”(3) Öğrenci merkezli eğitimde, yapılandırmacı yaklaşımla bizzat öğrencinin öğretmen rehberliğinden kendi başına zihinsel uygulamalar yapması eğitimle gelişiminde çok önemlidir. Boustan (1819-1883); “Sıklıkla yazılarında ve ifadelerinde herhangi bir ulusal reformun kesinlikle eğitim reformunu içermesi gerektiğini söylemiştir. Eğitim bugün bizim başımıza bela olan pek çok kötülüğün kaynağı olan cahilliğin gölgelerini uzaklara kovalayan insanların zihinlerinde parlayan bir ışıktır.”(4) İnsanların barış içinde yaşamalarının önündeki engellerin en önemlisi olan cehaletle mücadele için eğitim, en önemli reform olarak görülmelidir. Buber (1878-1965); “. Öğretme sanatı eğitim sınırlarının esnekliği ile ifade edilir. Gerçekten öğretebilmek için gerekli olan iki şey vardır; disiplini sağlamak için araya minimum mesafe koymak ve diyaloğun gelişmesi için maksimum samimiyet yaratmak.(5) Öğrenci ve öğretmen arasındaki ilişkiyi en iyi tanımlayan en iyi iki kelime; disiplin ve samimiyettir. Öğretmen, öğrencisiyle sevgiyle iletişim kurarken, öğrencinin eğitimin belirli kurallarına uygun azim, sabır ve çok çalışmasını gerektirmektedir. Calasanz (1557-1648); “Neredeyse bütün eğitim sistemlerinin temeli olarak kabul edilen evrensel ve ücretsiz eğitim doktrini, günümüzde dört kıtada yirmi altı ülkedeki Pious okulları tarafından savunulmaktadır… Asırlık tecrübesiyle, coğrafi kapsamı ve etkisiyle Calasanz tarafından başlatılan eğitim misyonu dünyanın gördüğü en hayati ve üretken eğitim misyonlarında biridir. Okul sistemine ve öğretime getirdiği yeniliklerin birçoğu bugün hâlâ geçerlidir. Fakir çocukları tam güçlü öğretim gereğiyle ilk ücretsiz halk okulunun da kurucusu olmuştur. Toplumun tüm sınıflarına hiç ayırım yapmayan fakirlerin büyük eğitimcisidir… Calasanz ilkokul çocuklarını ilerlemeci ya da döngüsel seviyeler yoluyla bir eğitim metodu kurdu, organize etti ve sistemleştirdi; bu sistem mesleki eğitim ve halk ortaöğretimiydi.”(6) Bugün tüm dünyada temel insani hakların başında sayılan ücretsiz eğitimi, beşyüzyıl gibi çok uzun zaman önce okul sistemiyle hayata geçirmek önemli bir insani erdem ve girişim olarak kabul edilmelidir. Cousinet (1881-1973); “Eğitim artık uzmanlık gerektiren bir eylem olmayabilir. Zira bu tarz eylemlerin yararsız olduğu kanıtlandı. Aslında eğitim, çocukların kendileri için uygun bir ortamda ve bir eğitmenin desteğiyle kendi gelişimlerine yönelik çalışması ile gerçekleşen bir etkinliktir. Eğitimde aktif yöntemler öğretmeye dayalı değil, öğrenmeyi öngören araçlara dayalıdır. Böylece bu araçlar öğrencilerin kendi elindedir ve bu araçlarla karşılaşan her öğretmen bu araçları kullanmamaya hazırlanacak ve böyle yaparak öğretmekten geri durabilecektir. Onlar her zaman kabul etmese de aileler ve öğretmenler yeni eğitim yöntemleri ile birlikte çocuklara bırakılan seçim “özgürlüğünden” ve adımından korkarlar.”(7) Bugün öğrencilere bilgiden daha çok öğrenmeyi öğrenmek konusunda bir beceri kazandırmaya çalışmanın hayat boyu öğrenme için de önemli bir kazanım olacaktır. Aslında eğitim-öğretim çift taraflı bir eylem olsa da asıl istekli ve aktif olması gerekenin öğrenci olduğu muhakkaktır. Dawid (1859-1914), “önerdiği okul sistemi o zamanın çok ilerisindeydi. Dawid’in okul müfredatının aşırı yüklenmesi ve içeriğin birleştirilmesi diye bahsettiği şey bugün bile tam olarak gerçekleştirilmiş değildir. Dawid’in duyguları ve istemeyi eğitmek istemesine rağmen okul tüm eforunu entelektüel eğitim üzerine yoğunlaştırmaktadır.”(8) Bugünlerde eğitim sistemlerindeki ders sayısı ve saatlerinin çokluğu, öğrencileri gereksiz aşırı bilgiyi ezberlemeye zorlarken sosyal hayata katılmalarına engel olduğu konuşulmaktadır. Debesse (1903-1998), dünya sorunlarına eğitim yoluyla bir çözüm arayarak tehlikede olan insanlık değerlerini koruma çabasının bir parçası oldu. Onun eğitim mesajı şu sözlerle düzgünce özetlenebilir: “Genetik miras yoluyla getirilen ve çevreleri tarafından dayatılan çoklu özelliklerin şekillendirdiği öğrenciler, kendi tabi canlılıklarına destek verilmesi hâlinde, insanlık normuna yeni bir şeyler katma yeteneğine sahip olurlar. Eğitim bireyleri yaratmaz, bireylerin kendilerini yaratmasına yardımcı olur.”(9) Eğitim, tek başına sihirli bir güç olmayıp çocukluktan itibaren ailenin ve çevrenin desteklemesi halinde bireyin insan olmak niyetiyle yolculuğundaki en önemli araçtır. Diesterweg (1790-1866); “Öğrencinin zihni, dikkat ve örnekleme üzerine kurulu olan basit bir yolla uyarılır. Bu yol, aklı ve dili özgürleştirir, dili ve düşünceyi geliştirmeyi teşvik eder. Aklın mantık yürütme gücü, gerçeklikle bağlantı kurularak güçlendirilir ve bu güç, ilerleyen zamanlarda kullanılmak üzere içselleştirilir. Bu, öğretmenin öğrencinin öz faaliyetlerini teşvik etmesi yoluyla olur.”(10) Paragrafla; dil, düşünce, akıl, mantık ve özgürlük gibi anahtar kavramların birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu özetleyen güzel bir açıklama yapılmıştır. Dolto’nun (1908-1988) gözlemine göre; psikolojik sorunları olan özel öğrencilerin varlığı diğer öğrencilere hoşgörülü olmayı öğretmektedir. “Hiddetli ve huzursuz öğrencilerin varlığı diğer öğrencilere hayatın herkese her zaman iyi davranmadığını anlamaları için büyük yardımı olacaktır.”(11) Özel eğitim gerektiren özel öğrencilerin eğitimde kaynaştırma yoluyla normal öğrencilerin arasında eğitime katılması, kendileri kadar diğerlerine de bazı insani değer ve duyguları kazandırır. Eötvös (1813-1871); “Bazı ülkelerde olduğu gibi merkeziyetçi yönetimden kaçınan bu kanun teklifi, öğretmen ve yerel din adamlarıyla birlikte yerel nüfusun temsilcilerinin oluşturduğu okul yönetim komiteleri kurarak, devlet okullarının yönetimini direkt olarak yerel topluma veriyor. Ülke seviyesinde, kanun, okul konseylerinin kurulmasını önermekle birlikte, eğitim sahnesinde söz sahibi olma şansını nüfusun eğitimli bölümlerine veriyor.”(12) Yönetişim ve eğitimde özerkliğin yerel otoritelere daha fazla rol tanıması sorunların daha kısa sürece çözülmesi ve yapılanlardan duyulan memnuniyeti artırabilir. Fafunwa (1923-2010); “Öğretim, öğrenciler, ebeveynler, koruyucular veya yöneticiler ve planlayıcılar gibi neredeyse her bir vatandaşın yaşamına diğer herhangi bir meslekten daha fazla dokunur. Öğretmenlik mesleğine dikkatsiz ve düşüncesizce yüzüstü bırakarak davranmak, kendi geleceğimizi lanetlemektir. Kötü eğitilmiş ve güvensiz bir öğretmen muhtemelen kötü bir doktor, mühendis, mimar, üniversite hocası üretecektir.”(13) Tüm meslek sahiplerini yetiştiren öğretmenlik mesleğine gereken önem verilebilmesi, öğretmen olmaya uygun doğru gençlerin seçilmesi, iyi eğitilmesi ve mesleki gelişimlerinin sürekli desteklenmesi insanlık için bir kurtuluş olarak görülmelidir. Freinet (1896-1966); “Bundan böyle okulların rolü çocuklara önceden doğal çevrenin sağladığı temel ve somut deneyimleri vermektir: Bir şeyler yetiştirme, hayvan bakımı, basit makineler yapma, tüm bu faaliyetler soyut kavramsal fikirler geliştirebilecek somut işlevsel şemalar oluşturabilmek için vazgeçilmezdir. Eğer okul bir yaşam ortamı olacaksa çocukların artık dışarıda edinemediği temel deneyimler için izlenecek yolları sunmalıdır.”(14) Köyden kente göçle uzaklaşmış ve unutmuş olduğumuz temel yaşam becerilerini günümüz okullarında açmaya başladığımız tasarım beceri atölyeleri sayesinden kazanmak mümkün olabilir. Fukuzawa (1835-1901); “Avrupa’da tanık olduğu refaha teknik ilerlemenin katkı sağladığını fark etti. Japonya’da da benzer bir ilerleme için insanların bilgi ve düşüncelerinde inkılapçı değişimlerin temel bir gereklilik olduğuna inanmaya başladı. Londra’dayken memlekette kalan arkadaşına yapılması gereken en acil şeyin makine ve silahlar almak yerine yetenekli gençleri eğitmek olduğunu belirten bir mektup gönderdi.”(15) hemen konuşmada gençlerin ülkelerin geleceği için önemli olduğu belirtilirken onların eğitilmesi özellikle de mesleki ve teknik eğitimle nitelik ve beceri kazandırılması her şeyden daha önemli görülmelidir. Bu bilim insanlarının yaşadığı dönem için ulaşım ve iletişim imkânları gözönüne alındığında bile; fikirleri kendi ülkeleri, edinebildikleri kütüphane kaynakları, görüşebildikleri fikir insanlarıyla sınırlı olmasına rağmen yıllarca sonra fikirlerinin sınırları aştığı söylenebilir. Fransa, Nijerya, Japonya, ABD, Yunanistan, Polonya, İspanya vd. kıtalararası uzaklıktaki bu fikir insanlarının gözlemlerini, araştırmalarını ve geliştirdikleri fikirlerin insanların eğitimi için halen yenilerine ilham olmaktadır. Tanınmış Türk-Müslüman bilim insanlarından İbni Sina, İbni Haldun, Farabi ve Gazali’nin de yer aldığı bu çalışma önemli bir dünya klasiği başvuru kaynağı sayılabilecektir. Yüzlerce yıl önce düşünülen, üzerinde çalışılan ve yazılanların çoğunluğunun hala tartışılmakta olduğunu görünce eğitimin insanlık boyunca tartışılmaya devam edeceğini düşündürmektedir. Öte yandan geçmişteki birikimlerin üzerinde bugünkü şartlarla yeniden düşünülerek fayda üretilebileceğini göstermektedir. (*) Dünya Eğitimine Yön Verenler I – II, Çev. B. ATA, H. KÖKSAL ve T. ÖZTÜRK, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları–6911, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi–1674, Ankara–2019 (1-s.30, 2-s.37, 3-s.147, 4-s.158, 5-s.171, 6-s.194, 7-s.197, 8-s.223, 9-s.233, 10-s.249, 11-s.259, 12-s.273, 13-s.284, 14-s.325, 15-s.331)

Hayata Önde Başlamak

Çocukluğumda mahallede bir oyun veya maça başlarken iki kişinin/grubun güç dengesi eşit değilse güçlü olan diğerine; “sana/size beş avans veriyoruz” diyerek beş-sıfır ile önde başlanırdı. Bugün Avrupa, Amerika veya Uzak Doğu’da, gelişmiş bir ülkede, büyük bir şehirde, varlıklı bir ailede dünyaya gelen bir çocuk ile Afrika’da veya dezavantajlı bir coğrafyada bir yudum temiz suya ve bir lokma ekmeğe muhtaç olan çocuklar da hayat maçına maalesef eşit şartlarda çıkamıyorlar. İnsanlık temelinde zaten eşit olan çocukların zamanla iyi bir eğitimle bu aranın kapatılması mümkün olabilir. Eğitimin ve bilginin insana kattığı güçle kendine ve insanlığa yapabileceklerini katlayabilmesinin yegâne şartı da bilinçli, planlı ve azimle çok çalışmaktan geçiyor. Dili, dini, ırkı, milleti, ülkesi, rengi ve diğer olabilecek tüm farklılıkları ne olursa olsun tüm dünya çocuklarına iyi bir eğitim hakkı ve imkânı tanımak hepimizin yükümlülüğü olmalıdır. Bugün iş hayatında başarılı olmuş, çok para kazanmış ama parasını bankada saklamak faiziyle yaşamak yerine yerine ülkesine, milletine insanlığa katkı sağlamak, üretim ve istihdama dönüştürmekte kullanmış insanları takdir ediyorum. Bu insanların bir kısmı da üniversite gibi uzun soluklu bir eğitim kurumu kurarak daha çok gencimizin meslek ve kariyer yapmasına imkân sağlıyorsa onlara saygım daha da artmaktadır. Çünkü bu çaba ya eşitliği sağlamak yada maça beş puan önde başlama fırsatı da sağlamaktadır. Bu yüce ruhlu insanlar, hayat hikâyelerini anlatırken çocukluk dönemlerinden başlayarak kantinde, temizlik işinde çalıştığını, bir yandan okurken aile büyüklerinin esnaf dükkânlarında onlara yardım ettiğini, bu yaşanmışlıklarının da bugünkü başarılarında önemli payı olduğunu söylemesini çok önemsiyorum. Bir çocuğun ailesinde ayrıca bir de Kayseri kökenli olma durumu varsa ticarete beş sıfır önde başladığını söyleyebiliriz. Nişantaşı Üniversitesi Kurucusu ve Mütevelli Heyeti Başkanı Levent Uysal Bey de akademisyen bir baba ve Kayserili esnaf bir dedeye sahip olup ilkokuldan itibaren çalışmaya başlayarak mal alıp satmayı, para kazanmayı çekirdekten yetişerek öğrenerek bu günlere gelmiş. Dedesinden esnaflığın Anadolu Ahlakını/ahiliği, veresiye alışverişi ama borcuna sadık olmayı, verilen sözün marka ve senet olduğunu öğrenmiş. Kendisine hediye alınan bisikleti tur hesabı kiralayarak kısa zamanda parasını çıkartmayı ve yapıp havalandırdığı uçurtmayı havada satmayı başarmış. Kendi yazdıklarında gençlere; hedef olarak sınavlara girmek, yüksek not alarak sınıf geçmek yerine, kendini geliştirmeye odaklanarak, meslek öğrenmeyi, proje odaklı düşünüp sorunlara çözüm üretmeyi öğütlüyor. Geleceğin eğitimi için; öğrenmenin zaman ve mekânda farklılaşma, kişiselleştirilmiş öğrenme, özgürce kendi öğrenme araçlarını seçme, projelere dayalı değerlendirme, veriyi işleyerek bilgiye dönüştürme, öğrencinin merkezde öğretmenin rehber olduğu, hayal gücünün sürekli desteklendiği, teknolojik eğitimin; değişimi ve yenilikleri takip edebildiği bir şekilde sunulması gerektiğini düşünüyor. Teknolojinin eğitimde kullanılırken oyunlaştırarak ilgi çekiciliği arttırması, mesafeleri kısaltması, araştırma kolaylığı sağlaması, kalıcı öğrenmeyi desteklemesi ve öğrenmeyi öğretmeye imkân vermesi gibi faydaları yanında yabancılaştırma, bağımlılık, yalnızlık, ilgiyi dağıtması ve yanlış kullanıma açık olması gibi zararlı yönlerinin gözden uzak tutulması gerektiğini vurgulamaktadır. Herkesin çok merak ettiği geleceğin; biz nasıl hayal edip kurgularsak öyle geleceğini, robotların makina ve insanların yerine geçmesi hatta vatandaş gibi çeşitli haklara sahip olarak toplumun bir parçası olma yolunda yeni hukuksal düzenlemelere ihtiyaç duyacağımızı haber vermektedir. Gelecek için en büyük gücümüz ve sermayemiz olan gençlere yatırım yaparak, hayat tasarımlarını yeni en kıymetli ekonomik maden olan bilgiye sahip olarak, savaşın her türlüsüne, iklim değişimine ve teknolojik bozulmaya sebep olmadan insanca yaşanabilir dünyayı kurgulayabiliriz. Başarılı olmak için bazen hiç vazgeçmeden, meslek sahibi ve aranan eleman olabilmek için ise iş başında uygulamalı meslek eğitimini sektörün uzmanlarından alarak hedeflere daha hızla ulaşılabilir. Bugün neler yapıyorsak geleceğimizin öyle olacağını bilerek, mesleğimizi robotların ve yapay zekanın elimizden alacağı korkusuna kapılmadan, teknolojiye sahip ve hakim olabilirsek yeni fırsatları kaçırmamış olacağız. Gelişmiş ülkelerin üniversitelerinde kurgulanmakta olan; ticari uzay pilotluğu, nesli tükenmiş canlıların yeniden üretimi, alternatif enerji danışmanlığı, organ ve beden üretimi, zihin transfer uzmanı ve hafıza cerrahisi gibi belki filmlere konu olmuş hayal gibi yeni mesleklerin gelmekte olduğunu unutmamalıyız. Çınara tırmanan kabak bitkisi yerine bambu ağacı gibi eğitim hayatımızda beş-altı yıl bilgi, beceri ve yetkinliklerle donanmalı ve iş hayatına atıldığımızda özgüvenle her gün katlanarak gelişen teknolojileri kullanandan ziyade üreten insanlar yetiştirmeliyiz. Henüz kurtulamadığımız Covid-19 virüs salgını sonrasını; uzun acil durum, salgınla başedebilen ülkelere doğru küresel göçler, gıda ve tıbbi malzemelerin hayati önemde olduğunda yükselen milliyetçilik, pandemi etkisini hafifletebilecek biyoteknoloji, sağlık ve gıdaya yatırım, bu kaotik dünya düzenini yönetebilecek bilim diplomasisi için liderlik yapabilecek gençlerin yetiştirilmesi çok mantıklı stratejik hedefler olarak görülmelidir. Soğuk savaş döneminde birbirini takip eden küresel güçlerin bilim ve teknolojideki yarışının 21. Yüzyılda da devam edecek ekonomik ve bilim savaşlarında devletlerin yerini yarışan organizasyon, grup ve bireyler arasında olacağını tahmin etmek zor değil. Düne kadar ismini bile duymadığımız küçük bir sağlık laboratuvar şirketi BionTech sahibi iki muhteşem Türk Prof. Dr. Uğur Şahin ve Özlem Türeci, geliştirdikleri virüs aşısı bunun en somut örneğidir. Bilgiyi ve gücünü özellikle dijital dünyada bu kadar önemsiyorsak güvenliğini de siber saldırıların tehditlerin varlığını da unutmadan bu savaşlara da hazırlıklı olmalıyız. Her alanda olduğu gibi bu alanda da bilim ve siyaseti üreten kurumların halkını ve ülkesini korumak için tıpkı İHA ve SİHA ürettiğimiz gibi stratejik ihtiyaçlarımızı üreterek yerli-milli gücü oluşturabilmeliyiz. Şahsen ben ekibime seçeceğim kişide önce güven sonra uyum ve çalışkanlık ararım. İş hayatında da geçerli olduğuna inandığım bu kıstaslara ilaveten hayal kuran, merak edip araştıran, sorgulayan, olanı daha iyisiyle değiştiren insanlar aranmakta ve diploma sahibi olmak artık yetmemektedir. Öğrenmeyi yaşam boyu keyifli bir uğraş bilip başarıyı sınav kazanmak ve diploma biriktirmek olarak görmemek gerekiyor. İnsanlığın dün ve öncesinde yaptıklarını küçümsemeden üzerine yenilerini ekleyerek geleceği daha güvenle kurgulayabiliriz. Bizden öncekiler ve biz dünyayı gitgide daha zor yaşanabilir şartlara dönüştürdükten sonra gençlerden gelecekte dünyayı kurtarmalarını bekleyemeyiz. En iyisi bugünden dünyanın kullanım kitapçığına bakıp onun fabrika ayarlarını bozmadan nasıl üzerinde kardeşçe yaşayabiliriz buna da kafa yormalıyız. Kuşak teorilerine bakıp kategorize etmek ve çatışmalara odaklanmak yerine yerine geçmiştekiler, bugünküler ve geleceğin neslinin hepimizin insan olarak insan gibi davranmak, birbirimizi dinlemek ve anlamak daha da önemlisi tüm farklılıklarımızı unutup biraya gelmeli, el ele vermeli insan gibi yaşanabilir bir gelecek ve dünya tasarlamalıyız. Tüm bunları yapabilmek için tüm silahları bir daha çıkartmamak üzere gömmeli ve insanlığı güçlendirecek eğitime çok önem vermeliyiz. En çok da kızların/kadınların iyi eğitim almasını sağlamalıyız. Çünkü hepimizin ilk okulu evimiz ve ailemiz öğretmeni de annelerimizdir. Eğitim başta canlıya/insana/kadına saygı duyup değer vermeyi öğretebilmelidir. Sahi, onca belgeselleri izliyoruz dişisini öldüren bir canlıya rastladınız mı? CeBIT Fuarında Society 5.0 (Toplum 5.0) felsefesini tanıtan Japonya başbakanı Shinzo Abe, bu felsefeyi “Teknoloji toplumlar tarafından bir tehdit olarak değil, bir yardımcı olarak algılanmalı.” inancıyla temellendirdiklerini söyledi.(1) Almanya önderliğinde başlatılan Endüstri 4.0 sonrasında şimdi de Japonlar tarafından Toplum 5.0 kavramı “Toplum için teknoloji” önerisi ortaya atıldı. Toplum 5.0 ile bilgi toplumundan süper akıllı topluma geçişle toplumu dijital dönüşümlere hazırlamak ve yaşlanan dünya nüfusuna karşı çevre kirliliği ve doğal afetlerle de başederek yeni sürdürülebilir çözümler üretmektir.(2) Peki neden toplum 5.0 ? Toplum 5.0 adının insanlığın beşinci aşaması olduğunu düşündükleri için ismi böyle. Ve 5 duvarı kırmaktan bahsediyor bu ismi seçenler. Toplum 5.0 ile kırılması düşünülen 5 duvar; hukuk sistemindeki engeller, nesnelerin dijitalleşmesindeki bilimsel boşluklar, kalifiye personel eksikliği, sosyo-politik önyargılar ve toplumsal direnç.(3) Japonya’da değişimin mimarı Tateo Arimoto, Tübitak Bilim ve Teknik Dergisi adına Nurulhude Baykal ile yaptığı söyleşide bu konuda şunları söyledi; “Türkiye’yi kalkındırmanın yolu her coğrafyanın kendi sorunlarına eğilmesi ve bunların çözülmesinden geçiyor. Sonra benzeşen sorunları olan paydaşlar bilgi birikim ve tecrübelerini paylaşarak süreci hızlandırabilir ve yayılmasını sağlayabilir… Türkiye’nin avantajlı olduğunu düşünüyorum. Gelişmiş ülkelerin deneyimlerini ve bilgilerini kendinize uyarlayabilirsiniz, bu size zaman kazandıracaktır. Türkiye genç nüfusunun dinamikliğiyle bize yetişebilir. Bunun hayli olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bizde nüfusun yaş ortalaması 48 iken sizde 28 en önemli avantajınızdır. Eğer iyi bir eğitim sistemi geliştirip insanları nitelikli olacak şekilde eğitirseniz pek çok mühendis ve bilim insanı yetiştirirsiniz. Geçmişte sosyal yapımız Türkiye’nin bugünkü haline çok benziyordu. Japonya hükümeti bütçenin önemli bir kısmını eğitime ayırmayı doğru buldu. Ülke çapında pek çok okul, üniversite ve eğitim tesisi kurduk; böylece eğitimli bir toplum inşa ettik. Bu politika Japonya’nın modernleşmesinde ve gelişmiş ülkelerle rekabet edebilecek düzeye gelmesinde büyük rol oynadı. Belirli şehirlere kurulacak bilim müzeleri ve bilim merkezleri Toplum 5.0 için kilit rol oynayabilir. Fikirlerin üretileceği, tartışılacağı, çözümler sunacağı tarafsız ortamlar gereklidir.” (4) Ben yeni çıkan bu güzel ve faydalı kitaptan sadece bu kadarını anlatayım geri kalanını ilginç bulup merak ediyorsanız “5.0 Önde Başlamak” kitabını okumanızı tavsiye ediyorum.(5) (1) https://webrazzi.com/2017/05/14/toplum-5-0/ (2) https://medium.com/türkiye/toplum-5-0-japonya-endüstri-devrimi-83395fefda62 (3) https://sirazduvari.com/toplum-5-0-japonlarin-toplumsal-degisim-plani/ (4) https://egitimheryerde.net/toplum-5-0-ve-japonya/ (5) Bu yazı “Dr. Levent Uysal, 5.0 Önde Başlamak, Destek Yayınları, Mart-2021, İstanbul” kitaptan yararlanılarak hazırlanmıştır.

Doğal ve Yapay Zeka Bağlamında Mesleklerin Geleceği

Meslekler; ortalama iki insan ömrünün toplamı kadar bir süredir zaten hep değişiyordu, ancak bu dönüşüm hızı o kadar yavaştı ki pek çoğumuz hem fark edemedik hem de etkisini şiddetli şekilde hissedemedik… Değişimin hızı bu sefer insan ömrü kadar değil sadece beş altı yıl olarak tahmin edilmektedir. Bir mesleği hedefleyerek üniversiteye giren bir gencin, mezun olduğu zaman hedefinin (mesleğinin) büyük ölçüde değişmiş/güncellenmiş olması demektir… Geleceğin mesleklerini anlayabilmek için öncelikle bizleri böylesine bir değişime getiren ana tetikleyiciler olan “yeni endüstriyel devrim, veri ve yapay zekâ” konularını incelemek gerekmektedir.(1) Bugün otuz yaşın üstündekileri yakın zamanda sosyal yaşamda ve kamu hizmetleri başta olmak üzere hayatımızın geçmişe göre ne kadar dijital hale geldiğini ve kolaylaştığını hatırlayabilir. Okul kayıtlarının e-devlet kapsamında nüfus ve milli eğitim entegrasyonuyla ikametine göre otomatik yapılması, hastane randevularının doktor seçimi imkânıyla internetten yapılabilmesi, tüm fatura ödemelerimizin banka talimatıyla olabilmesi en çok bildiğimiz örneklerdir. Artık kimse hastanede muayene için kuyruklarda beklemiyor, tahlil sonuçlarına doktorlar bilgisayardan bakıp reçeteleri bilgisayara yüklüyor ve istediğiniz eczaneden alabiliyoruz. Karnımız acıktığında lokantaya gitmek zorunda kalmadan internetten sipariş verip en hızlı ve ekonomik olarak eve/işyerine teslimat yapılıyor. Zahireci, arzuhalci, tabelacı, bakırcı, kalaycı, bileyci, semerci, sepetçi, hasırcı, süpürgeci, kolonyacı, yorgancı vb. gibi birçok mesleğin şu an kaybolmakta/unutulmakta olduğunu var olanların ise içeriğinin ve isminin değişerek/gelişerek yeni bir mesleğe dönüştüğünü görmekteyiz. Neredeyse kimse artık ayakkabısını tamir ettirmiyor. Sanayinin ve teknolojinin gelişmesiyle bilgisayarlı otomatik/robotik makinalar ve yeni üretim tekniklerinin kullanılmaya başlaması ve modern kent yaşamına geçiş artık bazı mesleklere olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Bu değişimi en çok etkileyen ise bilgisayarların internet üzerinden yapay zekâ tabanlı yazılım programlarıyla ticareti, mal ve hizmetlere ulaşmayı kolaylaştırmış olmasıdır. Her türlü ulaşım, bilet, rezervasyon ve tatil işlemlerimizi bilgisayardan birkaç dakikada yapabilmekteyiz. Sürücüsüz metroya biniyoruz peki uçak ve taksiye de binebilecek miyiz? Bu işin sonu nereye varacak diye düşünsek de yeni bir gelişmeye şaşırmaz olduk. Ancak tüm bu gelişmeler, hepimizi mesleğini icra ederken yeni becerilere ihtiyaç duyar hale getirmiştir. Hele ki yeni işe başvurularda artık şirketler çalışanlarında analitik düşünme ve problem çözme, yaratıcılık, teknolojik yatkınlık, sosyal duyarlık, duygusal zeka, ekip ruhu gibi asıl iş ve mesleğin dışında yetenek ve beceriler aramaktadır. Böyle bir dünyada en çok konuşulan ve değerli hale gelen şey ise “yeni yüzyılın yakıtı” yani “veri” olmuştur. Veri, ham petrole benzetilmektedir. Ham haliyle bir şey ifade etmezken analiz edilip yorumlandığında ve yapay zekâyla işlendiğinde bilgi ve değerli elmasa dönüşmektedir. Bizim için belki de hiç değeri olmayan sosyal medya beğeni/like, arama motorlarındaki yazdığımız anahtar kelimeler, alışveriş sitelerindeki bakınmalar ve sepete atmalar, izlediğimiz video ve filmler, dinlediğimiz müzik türü, satın aldığımız kitap türü hepsi birer veridir. Ücretsiz bize sunulan sosyal medya mecralarında bizim verdiğimiz izinlerle bu bilgiler insanların yaşı, cinsiyeti, mesleği, geliri, araba markası, çocuk sayısı, eğitimi, yaşadığı ülke ve konum hepsi ticarette kullanılan ve altın değerindeki verilerdir. Bu verilerin hepsi depolanmakta ve işlenerek değere dönüştürülmektedir. Büyük veri, yaklaşık elliye yakın parametrede milyonlarca kişiye ait çok büyük miktardaki veridir. Büyük veri için nitelenen özellikler her geçen yıl hacim, hız, çeşitlilik, geçerlik ve kararsızlık gibi başlayıp 3V-4V-9V ifade edilerek 42V ulaşmıştır. Artık izleniyor muyuz diye kimse sormuyor? Çünkü cep telefonlarımızın konumunu kapattığınızda birçok hizmetten mahrum kalacağınız konusunda uyarılıyoruz. Biraz dikkat edersek bir süre aynı siteden film izlediğinizde artık sizin tercihlerinizi tahmin ederek sizin hoşlanacağınız film önerileri gelmeye başlıyor. Bizleri arama zahmetinden kurtarıp önümüze hazır sunulan tekliflerle mutlu ve sadık müşteri olarak bağlamaktalar. Mal ve hizmet tüketim tercihlerimiz bunları üreten ve pazarlayanlar için gelecek tasarımında en önemli belirleyiciler olmaktadır. Zeka; insanların karşılaştığı olayları anlayıp analiz ederek, bunlara karşı aksiyon alabilme yada çözüm üretebilme yeteneğidir. Yapay zeka ise; insan zekasına özgü olan, düşünme, problem çözme, fikir yürütme, iletişim kurma, algılama, öğrenme, çıkarım yapma ve karar verme gibi üst seviye bilişsel fonksiyonları, akıllı davranışları veya otonom davranışları sergilemesi beklenen yazılım ve donanımlar oluşturmak üzere yapılan tüm çalışmaların toplandığı geniş bir alandır.(2) İnternet üzerinde alışverişte bize yapılan öneriler, yol tarifi yapan navigasyonun güzergah değişiminde yeni alternatifler sunması, cep telefonu kamerasının yüzümüzü tanıyarak ekran kilidini açması en basit örnekleridir. Şimdilik normal bir insan zekâsını taklit etmeye göre programlanmış insan tarafından bilgisayardaki yazılımın geliştirilerek insan zekâsının üstün çıkması halinde otonom/kendi başına karar verip hareket edebilmeye ulaştığında insanlık için tehlike çanları çalmalıdır. Teknolojinin endüstri 4.0 ile robotik, otomasyon ve yapay zekayla geldiği noktada sürücüsüz bir araç veya fabrikadaki bir robot tarafından insana verilen zararın hesabının hukuksal olarak kimden sorulup yargılanacağı tartışılmaktadır. Bu kazaya yapay zekayı programlayan yazılım mühendisleri, kullanımından sorumlu olanlar veya çok farklı disiplinlerin birleşimi olan süreçteki herkes sorumlu tutulmalıdır. Öte yandan yapay zekayı geliştirenlerin kültürel, kişisel ve her türlü düşüncelerinin işine yansımadığından kim nasıl emin olabilir. Tüm bu çalışmaların amacı eğer insanların daha iyi yaşaması için ise insanlığın geleceğine yönelik somut tehlikelerin varlığıyla karşılaştırıldığında bu gidişe bir sınır konmalıdır. Her konuda olduğu gibi etik sınırlar belirlenmelidir. İlk çıktığında hepimizi şaşırtan ve heyecanlandıran bu gelişmelerin uygulamasında karşılaşılan her türlü istenmeyen hata ve ayırımcılık durup bu gidişatı yeniden düşünmeyi gerektirmektedir. Gelelim mesleklerin geleceğine yada geleceğin mesleklerine olan etkilerine. Bir banka için güvenlik personeli yerine yapay zekaya sahip silahlı akıllı bir robot alıp işe koysak ve hatayla masum insanlara zarar vermeyeceğini kim garanti edebilir. Bence bu konuyu tıpkı küresel bazda ele alınan konular gibi insanlığın geleceği adına sınırlar konulmalıdır. Yapay zekanın kontrolden çıkma olasılığı, insanlar için tehdit oluşturabileceğini unutmadan mesleğimizde faydalanabileceğimizi unutmamalıyız. Önemli olan imkânsızı başarmak değil başarılanın insanlık hayrına olmasıdır. Buna da kişiler veya firmaların değil devletlerin karar verebileceğidir. Geleceğin zaman ölçeğinde yakın-uzak gelecek şeklinde ölçümlendiğinde henüz ortada olmayan bir meslek ihtiyaç için tanımlama yapmak ve meslek eğitimi vermek çok mantıklı gözükmüyor. Üniversiteyi bitiren bir gencin öncelikle kendi yaşadığı yakın bölgede ülkesinde mevcut iş ve istihdam alanlarında eğitilmesi işsizlik ve nitelikli insan probleminin azalmasını sağlayacaktır. Gelecek tasarımcılarının gerçekleşebilecek bile olsa hayallerine veya kendi ülkelerindeki gelişmişlik düzeyine göre eğitim sisteminin tasarımı çok mantıklı görünmüyor. Bu bir anlamda beyin göçünü şimdiden garanti altına almaktır. Belki de kendini gerçekleştiren kehanete dönüşecek bir kurgu da olabilir. Bunun yerine teknolojinin temel becerilerinin her meslekte ihtiyaç duyulduğu kadar kazandırılması, kişilerin mezun ve istihdam sonrası mesleklerinde oluşacak değişimlere rahatlıkla uyum sağlayabilmesine imkan verebilir. Gelecek vaat eden ve geleceğin meslekleri olarak listelerde; “artırılmış gerçeklik seyahat oluşturucu, akıllı ev tasarım yöneticisi, atık veri mühendisi, bireysel mikrobiyom yönetici, chatbot suç uzmanı, dijital sanatlar ve dijitalleşmiş sanatçılar fikri mülkiyet hakları sorumlusu, dijital terzi, dijital terapist, dikey çiftçilik danışmanı, etkileyici reklam denetçi, insan-robot ekip yöneticisi, karbon mühendisliği, kuantum makine öğrenme analisti, robo-psikolog/sosyopsikolog, ses kullanıcı deneyim tasarımcısı, siber felaket tahmincisi, siber şehir analisti, trol yuvası tespit uzmanı, veri regülasyon uzmanı, yapay zeka (bias tespit uzmanı, tabanlı dijital stratejist, iş geliştirme yöneticisi, destekli kullanıcı deneyim tasarımcı, tabanlı müşteri hizmetleri yöneticisi, tabanlı sağlık teknisyeni, tabanlı tedarik zinciri tasarımcısı, mahremiyet uzmanı)” gibi önüne dijital ve yapay zeka eklenmiş şu an yüzelliye yakın heryıl artarak uzayıp gidiyor listeler. Geleceğin belirsizliği içinde üretilmiş meslek isimleri yerine ülke ve dünya gerçeklerinden uzaklaşmadan istihdam, refah ve mutluluk odaklı bir meslek tercihinin daha akılcı olduğunu düşünüyorum. Mevcut işsizlik içinde üniversiteli işsizleri ve ne işte ne okulda görünmeyen genç nüfusu düşününce çokta haksız olmadığımı görüyorum. Öte yandan geleceğin meslekleri adıyla ne kadar uzun olursa olsun listenin dışında halen insanlık için kaçınılmaz ihtiyaç olan yüzlerce meslek olduğunu biliyoruz. Sanki bilgisayar, internet ve teknoloji kullanılmadan yapılan ve insanların temel ihtiyaçlarını karşılayan meslekler basit ve değersiz gibi istemeden de olsa bir algı oluşturulması çok yanlış. Meslek isminin afilli olması yerine çalışanı ve hizmet alanı mutlu etmesinin daha önemli olduğu bir gerçek. Ş. Özdemir-D. Kılıç, Geleceğin Meslekleri, Abaküs Kitap, Aralık-2019, İstanbul g.e.

ÖLÇMEDEN BİÇMEDEN OLMAZ

Ölçme, daha önce bilinen ve standart olarak belirlenmiş norm olarak kabul edilen birimle eldeki bir veriyi karşılaştırmak suretiyle somut olarak ifade etme sürecidir. Bu ifade; bir ile yüz arasında rakamlar, “A…F” arası harfler, doğru-yanlış gibi çeşitli kavramlarla belirlenebilir. Sonrasında bu ölçüm sonucunun yorumlanması ve ne ifade ettiğine yönelik yeterli-yetersiz, düşük-orta-yüksek, iyi-kötü, normal-anormal, geçer-kalır gibi değerlendirmesi yapılır. Öğrenci dilinde ölçme-değerlendirme işlemi yazılı-sözlü, test, uygulamalı sınav/imtihan olarak çok da sevilmeyen bir olgudur. Hatta bu sınav ve karneler olmasa okumak ne zevkli olurdu diye düşünen öğrenci oranı oldukça yüksektir. Hangi dereceden sonuç alınırsa alınsın öğrencisi –velisi sınavlara hep eleştirel konumdadır. Notları ve karneyi aşırı önemseyen velilerin çocuklarında bu kaygı bazen travmatik boyutlara bile ulaşabilmektedir. Geleneksel değerlendirme yönteminde öğretilenlerin ne kadar öğrenildiğine yönelik yapılan yazılı, sözlü, test vb. yöntemlerle sorularak birebir cevap verilmesi bir anlamda hatırlayabilme yeteneğinin ezberlendiğinin kontrolüne dayanmaktaydı. Dersine ve öğretmenine göre değişse de değerlendirmede aynı sorunun cevabını fikir, yöntem, sonuca ulaşmaya ayrı ayrı puan verilmesi ve aradaki hatalardan puan kırılması gibi usuller takip edilmekteydi. Günümüzde alternatif ölçme değerlendirme yaklaşımlarında öğrencinin sadece bilginin ne kadarını ezberleyip tekrar edebildiği değil bilgiyi yorumlaması, analiz etmesi, problem çözme, yaratıcı düşünme becerisi, yeni fikirler ortaya koyması, hazırladıkları rapor ve ödevlerin özgünlüğünde zihinsel, bilişsel ve duyuşsal emeğin tespiti hedeflenmektedir. Sonuç ve cevapları neden, nasıl ve niçin sorularıyla yorumlayıp savunabilmesi de beklenir. Performans ölçümünde portfolyo oluşturma, bütüncül değerlendirme, sınıf/grup içinde uyumlu katılım ve çalışma, sınıf içi akranlarıyla karşılaştırılması gibi çok yönlü ölçüme geçilmiştir. Öğrencilerin okul dışı özellikle bireysel becerilerini sergiledikleri sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerin belgelendirilmesi ve e-okul sistemine girişine başlanması, henüz bunlarla mezuniyette bir kazanım elde edilmesi başlamamış olsa da önemli bir başlangıç kabul edilmelidir. Eğitim süreçlerinde veriye dayalı karar verebilmek ve yönlendirmelerde bulunabilmek için portfolyo değerlendirme süreçlerinin eğitim sistemleri içinde yaygınlaşması gerekmektedir. Özellikle Covid–19 sürecinde tamamlayıcı değerlendirme yöntemlerini ne kadar ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda portfolyo değerlendirme süreçlerinin eğitimde yerini alması gerektiği söylenebilir. Önemli bir husus ise öğretmenlerin bu süreci benimsemesi ve desteklemesidir.(1) Farklı kişilik ve yeteneklere sahip öğrencilerin, çok çeşitli ve farklı ölçme-değerlendirme aracı kullanarak takip edilmesi ölçme ve değerlendirme araçlarının geçerlilik ve güvenirliğini artıracaktır. Bunun için eğitimcilerin bu alanda geliştirilen yeni kavram ve kuramları takip etmesi gerekmektedir. İş hayatında insan kaynakları uzmanları işe alımdan başlayarak öyle ölçme değerlendirme araçları geliştirmişler ki birkaç testle ve mülakatla kişinin hangi farklı özellikleri olumlu/olumsuz tutum ve davranışları sergileyeceğini önceden tespit edebilmekteler. Geleceğin bilgi toplumunda yaşayacak bugünün öğrencilerinin, yaşam ve çalışma ortamlarında başarılı olabilmeleri için düşünme becerilerinin, içerik bilgisinin, sosyal ve duygusal yeterliliklerinin geliştirilmesinin gerekliliği üzerinde önemle duran P21 (21. Yüzyıl Becerileri İçin Ortaklık) Temel Yaşam ve Kariyer Becerileri; esneklik ve uyum, girişimcilik ve öz-yönelim, sosyal ve kültürler arası beceriler, üretkenlik ve mesuliyet, liderlik ve sorumluluk şeklinde sıralanmıştır.(2) Tüm olumlu yaklaşım ve gelişmelere rağmen ortaöğretime ve yükseköğretime geçişte var olan çoktan seçmeli test türündeki sınavlar hayati önemde görülmektedir. Sonrasında yerleştirme esnasında kullanılacak puanın hesaplanmasına katılan geçmiş yıllar notlarının etkilemesi not ve sınav konusunda öğrenci-öğretmen-veli üçgeninde sürekli bir tartışmaya konu olmaktadır. Bu sınavlardaki soru tipleri artık eskiye göre ezberlenenlerin hatırlanmasından öteye daha fazla bilginin kişisel beceriyle kullanılarak yorumlanarak sonuca ulaşmasını gerektirmektedir. Müfredat ve ders kitapları bu yöntemi destekleyecek şekilde hazırlanmaktadır. Eğitim-öğretim sürecinde sınıf içi-dışı tüm öğrenme etkinliklerinde öğretmenin rehber, öğrencinin merkezde ve kendi öğrenmesinde aktif sorumluluğu alarak okul hayatında ilerlemesi arzu edilmektedir. Bu süreç, ilkokuldan başlayıp lise sonuna kadar devam eden sürekli çaba gerektiren uzun bir yolculuktur. Bu sebeple en başta öğrenilmesi gereken de öğrenmeyi öğrenmek yöntemi ve kendini tanıyarak kendi öğrenme stilini keşfederek başarılı olmaya çalışmak olmalıdır. Öğretmenler, sınıf içinde her ders konuya ilişkin örneklerle ve verdiği ödevlerle sınav öncesi çıkabilecek sorulara ve çözümüne yönelik yöntemleri öğretmektedir. Öğrencilerin derste öğretmeni dikkatle takip etmesi halinde bu ipuçlarını not ederek çalışmayla beraber sınav başarısını da artırabilir. Yetenek gerektiren, sözel-sayısal bilgi beceri gerektiren her dersin kendine has ölçme ve değerlendirme yöntemini en iyi bilen/belirleyecek olan da dersin alan uzmanı öğretmendir. Okul-ilçe-il zümrelerinde alınan kararlar doğrultusunda meslektaşlarıyla ortak bir şekilde süreci devam ettirirler. Bu birlikteliğin sağlanmasına yönelik de ortak sınavlar yapılmaktadır. Hangi tür ve amaçla olursa olsun sınavı öğrenci açısından kritik hale getiren zaman sınırlamasıdır. Özellikle bir üst öğrenime geçişte yapılan seçme, sıralama ve yerleştirme sınavlarında zaman baskısı strese dönüşüp panikle yetiştirebilme kaygısı oluşturabilmektedir. Aslında ölçme değerlendirmenin amacı öğrenme hedeflerine ulaşılma derecesinin ortaya konarak eksik kalan yerlerin telafi edilerek tam öğrenmenin sağlanmasıdır. Bu sonuçlar sadece öğrenciye akademik gelişimi ve öğrenme düzeyi bireysel durumu değil, öğretmene de sınıfın genel durumu hakkında bilgi verir. Öte yandan okul yöneticilerine de sınıfların, aynı-farklı ders öğretmenleriyle karşılaştırmalı sonuçların analizinin yapılarak eğitim-öğretimin ve öğrenmenin birlik bütünlük içinde yapılmasını gözlemek takip ederek yönlendirmeye imkân sağlar. Ölçme ve değerlendirme sürecinin sonunda öğrenciye not dışında, konu/ünite ve kazanım bazında eksik kaldığı noktalar için geribildirim yapılarak bunu telafi etmesi için önerilerde ve yardımda bulunmak gereklidir. Covid–19 virüs pandemisi döneminde uzaktan öğretimle yürütülmeye çalışılan okul faaliyetlerinde sınavların yapılması gerekliliğinin eğitimcilerin ve öğrencilerin sağlığını tehlikeye atmadan yerine getirilmesi önemli tartışma konularından olmuştur. Teknolojinin varlığı ve imkânları bu dönemde de kurtarıcı rolünde olsa da işin içine sınav ve not girince tartışmalar boyutu ve ciddiyeti hak-hukuk-adalet ekseninde alevlenmektedir. Sınıf içinde veya uzaktan bilgisayar kullanarak çeşitli yazılım-programlar aracılığıyla sınavların yapılabilmesi öğretmenlerin ve öğrencilerin işini kolaylaştırmaktadır. Burada her konuda her zaman olduğu gibi insana güven faktörü önümüze çıkmaktadır. Son yapılan açıköğretim lisesi sınavlarında öğrenci istediği bir yerde ve bilgisayardan istediği zaman diliminde iki oturumda sorumlu olduğu derslerden test türünde online sınavlar gerçekleştirilmiştir. Meslek lisesi son sınıfındayken (Otuzbeş yıl önce) mesleki bir dersin yazılı sınavı çıkışında cevap kâğıdımı öğretmen masasına bırakmayı heyecandan unutup elimde defter kitaplarla eve getirdim. Fark ettiğimde aceleyle nefes nefese tekrar okula öğretmenime getirdiğimde gözümün içine bakarak değişiklik yapıp yapmadığımı sorarak tereddütsüz kabul etmişti. Onbeş yıl sonra yüksek lisansta profesör hocamız sınav çıkışında kâğıtları yanınıza alın evde devam edin haftaya getirirsiniz demişti. On yıl sonra doktorada ise bir öğretim üyesinin sınıfı değiştirdiğini, elimizdeki defter kitapları toplayıp, oturduğumuz sıralardan kaldırıp farklı yerlere oturtup hatta bir başka hoca da her bir kişiye özel farklı sorular hazırlamıştı. Üç farklı kademede, üç farklı hoca ve üç farklı davranış beni ve arkadaşlarımı çok şaşırttı ve unutulmayacak okul anıları arasında başköşeye yerleştiler. Ölçme ve değerlendirme konusu her öğretmenin bilmesi gereken yöntem ve teknikleri içermektedir. Toplumun ihtiyaçları ve ortaya çıkan yeniliklere göre geliştirilmesi eğitim bilimleri içinde ele alınan özel bir alandır. Bu konuyu değişik yönleriyle çalışan uzman ve akademisyenlerin ortaya koyduğu bilgilerin uygulamaya dönüştürülmesi için eğitim yöneticileri ve öğretmenlerinin bu konuya dikkatlerini çekmek gerekiyor. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, “Ölçme ve Değerlendirme” adıyla akademik bir dergiyi yayınladı. Alana dair zengin konu ve içeriklerin yer, altı ayda bir çıkarılması planlanan derginin ilk sayısı Şubat–2021 de paylaşıldı. Eğitimci tüm meslektaşlarıma elektronik ortamda ücretsiz yayınlanan bu kıymetli çalışmayı incelemesini tavsiye ediyorum. Mehmet ELİBOL, “Veriye Dayalı Eğitime Doğru-Portfolyo Değerlendirme”, İstanbul Ölçme Değerlendirme Dergisi, s.32, Şubat-2021-İstanbul, Yıl/Sayı-1 Uğur ATASEVEN, “21. Yüzyılda Eğitimde Dönüşüm ve Okullar-Okulda Girişimcilik”, NEÜ yayınları, Konya, Aralık-220

Bizim Anne Babalarımız

Ülkemizde anne-babalık ne zaman başlar ve biter dersiniz. Ne yazık ki ülkemizde çocuklar hiç büyümüyor ve hep çocuk kalıyorlar. Anne-babaları sağ olanların (ki Allah hepsine sağlıklı hayırlı uzun ömürler versin) gözünde hep çocuk kalıyorlar. Onlar sürekli bizim adımıza iyiliğimizi düşünüp ömürleri boyunca hep bir şeyler yapmak istiyorlar. Ne güzel değil mi sürekli ilgi ve sevgi. Aslında her şeyin bir ölçüsü olması gerektiği gibi aşırı sevgi-ilgi de bazen zarar verebiliyor farkında olmadan. Toplumun yaşayış biçimi, sosyal ve ekonomik koşullar bireylerin başta ailedeki rollerini de etkiliyor. Gerek filmlerden gerekse yurtdışı yaşantıları olan tanıdıklarımızdan değişik ülkelerdeki farklı kültürlerde anne-baba modellerinin farklılık gösterebildiğini öğreniyoruz. Hatta bazı davranışlar bize çok garip gelebiliyor. Bizimkileri aşırı korumacı (helikopter ebeveyn) anne baba olarak nitelemek yanlış olmaz. Sanayi inkılabından bu yana toplum değişiyor. Ortaya çıkan çekirdek ailede babaların rolü eve para getiren kişi olarak belirlendi. Anneler ise bu parayı evin idaresinde yettirenler oldular. Yakın geçmişteki alt orta sınıf ailenin iş bölümü böyleydi. Sanayi devrimi geniş aileyi parçalamıştı. Dijital devrim ise çekirdek aileyi atomize etti. Anneler bir dönem” akşam baban gelince söylerim” diyerek çocukları terbiye ve disiplin ederdi. Mahalle kültürünün hâkim olduğu toplumda; dünün ebeveynleri, çocuklarını meşgul etmek için çok özel bir gayret sarf etmek zorunda değildi. Çocuk erkil bir aile yapısına dönüşüyoruz/dönüştük. Kapitalizm, çocuk tüketicisini inşa etti. Artık “su da küçüklerin, söz de”. Reklamların çoğu karar veren çocuklar üzerinden yürütülüyor. Covid-19 salgını sonrası özellikle beyaz yakalı babalar evlerde çocuklarıyla daha çok vakit geçirme fırsatı yakaladılar.(YaDa, F. Barbarosoğlu s.4-9 ) Kırk önce çocukluğum döneminde milli eğitim, okullarda; “veli akademileri”, “anne-baba okulu”, aile eğitimi” ve “anne-baba-çocuk eğitim projeleri” gibi çalışmaları yapmıyordu. Yılın belli dönemlerinde veli ve okul-aile birliği toplantıları yapılırdı. Öğrenciyle ilgili görüşülmesi gereken olağanüstü bir konu olursa okula velisi çağrılırdı. Benim gözlemim, modern zaman anne babalarının ebeveynlik görevleri altında ezildiği ve üzerlerinde büyük bir baskı hissettikleri yönünde. Anne-babalar çocuk sahibi olmanın keyfini yaşayamıyor, bunun nasıl tatlı bir his olduğunu fark edemiyor sanki. İyi bir anne-baba olabilir miyim? Diyerek kendilerini sorgulayarak konuyu görev olarak algılamaktadırlar. Hayat zaten yerine getirilmesi gereken pek çok görevden, mecburiyetlerden oluşurken tüm bunların üzerine bir de çocukla beraber gelecek düşünüldüğünde anne babalık yaklaşık yirmi yıl kadar süren zorunlu bir hizmet olarak algılanabiliyor. Evde yaşanan her sorunu çözmek zorunda değilsiniz. Bazı konuları kendi haline bırakmaya çalışabilirsiniz. Bazen kuralları da esnetebilirsiniz. Nasıl ki çocuklarınızı başkalarıyla kıyaslamak doğru değilse kendinizi de başka anne babalar ile kıyaslamayın. İstediğiniz sonuçları alamıyor olmanız sizin ya da çocuğunuzun eksik olduğu anlamına gelmez. Çocuğunuzla aranızdaki sahip olduğunuz en değerli şey olan sevgi bağını koruyun. (Ya Da, T. Kök s. 10-13 ) Kimsenin evi, ailesi, anne-babası ve çocukları sorunsuz ve mükemmel değil. Özellikle çocuklarımızla ilgili sorunların çözümünde sabırlı davranmak, çocuklar tarafından sorunların algılanması ve çözülmesi için zaman tanımak gerekebilir. Hatta bu sorunlarla başetmek süreci bile öğretici bir araç olarak görülebilir. İyi aile ve iyi anne baba olmaya çalıştıkça çocuğumuza farkında olmadan zarar verdiğimizi göremiyoruz. Dünyanın en iyi ailesi de hata yapar, bu dünyanın sonu değil. İyi ailenin farkı, hatayı kabul etmekte yatıyor. Çocuk büyütürken zorlanmamız çok normal. Toplum söylemleri, bizi çocuğa ve kendi çocuğumuza karşı kışkırtıyor. Çocuğu nesneleştirme, iyi anne baba olmaya çalışmaktan doğuyor. Çocukla ilişkimizde çocuğa davranışımız karşılıklı, etkileşimle doğal olarak gelişmeli… Sevgiyi, çocuğa hissettirmedikçe ve koşulsuz sevgi, koşulsuz kabulle birlikte olmadığı sürece gereğince sevmiş olmuyoruz. Çocuğun acı çekmemesini sağlamak gibi bir görevimiz yok ama görebilmek ise görevimiz. Merhamet, acının anlaşılmasıdır. Bu acıda çocuğun yanında olalım… Çocuk büyütürken kendi çocukluğumuza dair hisleri yeniden yaşıyoruz. Anne baba olarak asla suçluluk duymamalıyız. Anne babalığı böyle zorlaştıran biziz, toplum olarak. Sorun kişilerde değil, kültürde olduğunu düşünüyorum. Kişiler canla başla o kültürün dikte ettiği anne babalığı uygulamaya çalıştığı için zorlanıyor. Zorlanan kişilerin başında da babalar değil anneler geliyor, çünkü kültürlerdeki “melek anne” tabusu çok baskın. Anne de zorlandığında “benim yardıma ihtiyacım var, bunun altından tek başıma kalkamıyorum.” Diyebilmelidir. Hâlbuki anneler de insandır. Bir çocuğun sorumluluğu, iki kişinin dahi kaldırmakta zorlanacağı kadar ağır olduğundan bu sorumluluğu salt kadınlara yüklemek adil değil… Bizim, çocuğun eksik, hatalı dediğimiz davranışları, yardım çağrısı olarak her zaman masum olarak algılanmalıdır. Kötü dediğimiz davranışları aslında bize başka türlü anlatamadığı bir derdini anlatma yolu… Ne kadar iyi ebeveyn olduğumuzu çocuğumuza ne kadar çok şey öğrettiğimiz değil, çocuğumuzdan ne kadar çok şey öğrenebildiğimiz belirliyor.(Ya Da, N. Kaya, s. 14-19 ) Bu yoğun beklentiler ve duygusal baskı altındaki anne-babalar daha evliliklerinin ilk yıllarında sorunlar yaşamaya başlıyor. Eşler arasındaki tartışmalar kavgalara varabiliyor. Hatta boşanmalara kadar gidebiliyor. Oysa geçici yaşanan olumsuzlukların sabır, anlayış ve sevgiyle üstesinden gelmek mümkündür. Oyun, çocukların her türlü beceriyi geliştirmelerine yardımcı olur. Diğer çocuklarla hatta tek başlarına oyunlar oynadıklarında yaratıcılık, bilişsel esneklik, duygu düzenleme, liderlik, hayal gücü olmak üzere gelişim alanında fark yaratan kazanımlar elde ederler. Çocuğuyla oyunlar oynayan ebeveynler, çocuğun sosyal becerilerini ve öz denetimi geliştirmesine yardımcı olur… Çocukların akranlarıyla oyunlar oynaması oldukça eğlencelidir fakat ebeveynleriyle oyunlar vasıtasıyla etkileşime girmenin neşesi ve memnuniyeti ile kıyaslanamaz. Bu oyunlar sayesinde çocuk başka insanlara güvenmeyi ve kendini güvende hissetmeyi de öğrenir. Çocukla kurulan olumlu ve sağlıklı ilişkinin yararları bir ömür boyu devam eder… Çocukların sürekli mutlu olmalarını, eğlenmelerini, başarılı olmalarını sağlamaya çalıştığımız yapay ortamlar hazırlamak doğru değildir.(Ya Da, B. Türkoğlu s. 20-23) Benim çocukluğumda oyun parkları az sayıda şehrin merkezi belli başlı yerlerinde yapılırdı. Çocuklar, genellikle okul saatleri ve bahçeleri dışında evlerinin önünde bahçede ve sokakta komşu çocuklarla neşe içinde oynardı. Modern kent yaşamında artık veliler, çocuğun tek başına dışarda oynamasının güvenli olmadığını her saat yanlarında olmak gerektiğini düşünüyorlar. Bugün eğitimli ebeveynler çocuk eğitimi konusunda daha bilgili ancak daha da tedirginler. Duyarlı ebeveyn, bakım veren kişinin, çocuğun tüm ihtiyaçlarına yönelik sinyallerine hızlı ve uygun etkileşimlerle cevap vermesine ifade eden, çocuğun tüm gelişim alanlarına katkı sağlayan bir yaklaşımdır. Ebeveynler, bebekten gelen sinyallere duyarlılık göstermesi, çocuğa ve ilgisine odaklanması, çocuğa dil açısından zengin ve sıcak bir ortam sunmaya dikkat etmesi gerekir. Ebeveynler bu işaretlere dikkat ettiğinde bebeğin ağlamasından önce ne istediğini anlayabilir ve karşılık verebilir… Duyarlı ebeveynlik, çocukların öğrenme isteklerini artırır ve öğrenmenin zenginleşmesi için temel oluşturur. Çocuğun her koşulda yanında olduğunu hissettiği, hem olumlu hem olumsuz durumları paylaşabildiği, olumlu iletişim dilinin kullanıldığı ebeveynlerin duyarlı yaklaşım sergilediği söylenebilir… Elbette belirlenmiş sınırlar ve kuralların da bulunması gerekir. (Ya Da, M.Y. Bıçakçı, s. 24-31) Bir çocuğu yetiştirmek için koca bir köy gerekir. Anne-babalık rolleri de ana-baba olmadan toplum tarafından belleğimize inşa ediliyor. Kültürel bilişlerimiz, deneyimlememize fırsat bırakmıyor. Türkiye’de ebeveynlik anlayışı otoriterlikten aşırı koruyuculuğa ve müdahaleciliğe doğru yol alıyor.(Ya Da, H.A. Haykır, s. 46-51 ) Ebeveyn-çocuk ilişkisinde, çocuğun yetiştirilmesi ve özellikle eğitime başladığı toplumsal hayata adım atıldığında şüphesiz çevrenin/toplumun önemli etkisi görülmektedir. Bazen emsallerin davranışlarını onaylamasak da kendi çocuğumuz aşağıda/geride kalmasın yaklaşımıyla hareket etmek zorunda kalınmaktadır. Filmlerdeki gibi illa bir psikiyatr koltuğuna uzanıp o meşhur cümleyi “senin çocukluğuna inmek lazım.” Duymamıza gerek yok. Zaten ne zaman birilileri ile içtenlikli bir sohbet açsak ister istemez uğruyoruz geçmişimize. Mesafeli, reddeden, bencil ebeveynlerin negatif etkilerinden kurtulmanın yollarını anlatan “Olgunlaşmamış Ebeveynlerin Yetişkin Çocukları” kitabında Lindsay&Gibson; iyi ebeveynler, empati kurmada mükemmeldir. Çocuklarının zihinleriyle ilgilenirler ve böylece çocukları, aileleri tarafından görüldüklerini, anlaşıldıklarını hissederler… Bir çocuğun fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanması kadar hayati öneme sahip olan duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. “karnı tok, sırtı pek; okuttum, büyüttüm!” den farklı bir yere taşıyor anne babalığı. Aile bireyleri olgunlaşmamış olan çocuklar, erken yaşta ebeveynlik rolünü üstlenmeyi deniyor ve psikolojik açıdan yıpranıyor, insanlarla güvenli ve sağlıklı ilişki kurmakta zorlanıyor… (Ya Da, G.S. Kıcıman, s. 52-57 ) “Doğurayım Diye Deli Olduğum Çocuk Bana Keçileri Kaçırtacak” adlı kitapta; anne babalar olarak çocuk aklı konusunda sınırlı bilgiye sahip olduğumuz için bazen kendimizi büyük tasalar içinde, şüpheye düştüğümüz, güçsüz ve yetersiz hissettiğimiz zamanlar olabilir. Asıl ihtiyaçları olan şey, kendilerine ve çocuklarına güvenmeyi öğrenmektir. Önemli olan ise çocuğun nelere ihtiyaç duyduğunu fark etmektir. Çocuk yetiştirmek, çocuktan çocuğa ve kültürden kültüre kısmen değişir… Çocuklar özellikle anne ve babasını kızdırmak için bile isteye olumsuz davranışlarda bulunmaz. Çocuklarımız bizi terslediğinde bize değer vermedikleri duygusuna kapılabiliriz. Gerçekte durum böyle değildir. Yanlışlıkla kısasa kısas yaparak biz de çocuğumuza karşı ters davranma hatasına düşebiliriz. Hâlbuki bu tip durumlarda yapılması gereken soğukkanlılığı korumak ve çocuğun duygu fırtınasının dinmesini beklemektir. Çocuk yerine yetişkinin değişmesinin ve çocuklara uyum sağlamasının gerekli olduğunu kabul ederek yaptıkları yaramazlıkları mutluluk depolarının boşalması fikriyle karşılayabiliriz. Unutmamalıyız ki çocuklarımızı bulunduğu durumdan daha iyiye götürecek hazır bir reçete asla bulamayacağız. Çünkü bireyi ilgilendiren hiçbir konuda daimi ve kesin bir çözüm yolu yoktur. (Ya Da, T. Öntaş, s. 98-99) “Medya Çağında İyi Anne Baba Olmak” kitabı yazarı G. Degaetano; çocuk yetiştirmeyi, gezegenimizdeki en önem iş ve kalbi, beyni, sevgiyi, zekâyı, iletişimi ve suskunluğu birleştiren özel bir sanat olarak niteliyor. Çağımızın hızla dijitalleşen dünyasında beliren bir güç, çocuklarımızı daha yolun başındayken aynılaştırıyor ve onları edilgenleştirerek içlerindeki gücü fark etmelerini engelliyor (Ya Da, M.G. Alver, s. 100-101) “Çocuğunuzun Sahibi Değilsiniz” kitabında S. Tsabary; bir çocuğun kalbine dokunabildiğimizde, ona hayatımızın akışında doğru bir model olabildiğimizde davranışlar o anlamlı bağa zaten tutunacaktır. İletişim; dikte etme-savunma, inatlaşma-umursamama döngüsünden çıkıp ortak bir birlikteliğe dönüşecektir. Çocuklar davranışlarıyla bize seslenmeye çalışırlar. (Ya Da, E. Türedi, s. 102-103 ) Covid-19 virüs pandemisi döneminde dünyanın her yerindeki anne-babalar da büyük bir sınavdan geçtiler. Eğitime yaklaşık bir yıldır zorunlu ara verilmesi, okulların tatil edilerek uzaktan öğretimin tamamen evden takip edilmesinde anne-babaları da zorladı. İster esnek, uzaktan ve kısmı çalışanların isterse çalışmayanların evde günün tüm zamanlarını birlikte EBA derslerini TV ve internet üzerinden veya çevrimiçi dijital toplantı platformlarıyla geçirmek oldukça önemli yeni bir deneyim olmuştur. Okulun ve öğretmenin rolü ve kıymeti bir yönüyle daha iyi farkedilmiş oldu. Mükemmel anne-baba olmaya çalışmak yerine iyi/yeterli olmaya gayret etmeliyiz. Bu süreç, çocuğun doğumundan yetişkinliğe erişip yeni bir yuva kurmasına kadar geçecek uzun bir dönem için gerekecek bir gayrettir. Ebeveynler, çocuğu olduğunda ya kendi çocukluklarına takılıp kendi anne-babalarının olumlu/olumsuz davranışları üzerinden kurgulamaya veya çocukluk dönemlerini tamamen unutup yetişkin gibi davranmaktalar. Bunun yerine empati yaparak çocuğu ve duygu durumunu anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Hiçbir anne baba çocuğunun kötülüğünü istemeyeceği gerçeğinden hareketle dönemlerinde, bildikleri ve ellerinden geldikleri kadar hepsinin en iyisini yapmaya çalıştığını kabul etmeliyiz. Son cümle eğitim doğumdan itibaren anneyle, ailede başlar ve temel olan terbiye ailede kazanılır. O zaman annelerin eğitimi, desteklenmesi ve güçlendirilmesi öğretmenler kadar stratejik bir önemdedir. (*) Ya&Da, MEB GÜNCEL EĞİTİM DERGİSİ, Eğitim Ya Da Eğitim, Ocak-Şubat 2021, Sayı:8

DÜNYAYI BİZ KURTARABİLİRİZ

Bilim insanları, yaptıkları araştırmalar sonucunda insan kaynaklı olumsuz etkilerle; “küresel ısınma, çevrenin tahribi, doğal kaynakların ölçüsüz kullanımı, yangın, kuraklık, susuzluk” gibi ortaya çıkan durumların dünyada canlıların yaşamı için tehdit oluşturmaya başladığını belirtmektedirler. Öte yandan gittikçe artan üretim/tüketim çılgınlığı insanları mutlu edeceği yerde; ekonomik hesaplar kaynaklı savaşlara, zorunlu göçlere ve büyük bir kısmının da fakirleştirmesine sebep olduğu görülmektedir. Yeraltı kaynaklarından en çok kullandığımız başta petrol ve doğalgaz başta olmak üzere doğal enerji kaynaklarımız gelecekte tükenerek mevcut kurulduğu düşünülen medeniyetin(?) devamını sağlanmasının zorlaşacağı hesaplanmıştır. Üstelik bu kaynaklar sadece çıktığı ülkeye değil tüm dünyada yaşayanlara aittir. Çünkü her kaynak her yerde bulunmuyor. Kendi seçimleri olmasa da kimi ülkeler bu konuda daha şans ve avantajlı durumdadır. Dünya üzerindeki toprak parçalarına elimizde tapu dediğimiz kâğıt parçalarına göre sahip olduğumuzu zannetsek de insan ömrünün en fazla yüz yıla bile ulaşmadan bittiğini düşündüğümüzde bize ait olmadığı gerçeğini kabul etmek zorundayız. Bu durum ne tek başına bir ülkenin ne de vatandaşlarının bireyler olarak dünyanın (en azından barındığımız kısmının) sahipliğindeyken de üzerinde canımız istediği tasarrufta bulunmamıza engel olur. Çünkü hepimiz dünya adlı bir gemideyiz ve bu geminin yolculuğunu tehlikeye atmadan seyahate devam etmek zorundayız. Üstelik dünyada insan türü dışında binlerce türden bitki ve hayvan olarak isimlendirdiğimiz canlıyla birlikte yaşamak zorundayız. Çünkü onların sayesinde yaşam çemberleri kopmadan devam edebilmektedir. Ülkeleri yönetenlere demokrasi gereği oylarla verilen yetkileri nasıl kullandıklarını da gözlemek ve insanlığın kurtuluşu yönünde kullanmadıklarında gerekli uyarıları yapmak da görevimiz olmalıdır. Dünyada/doğada insanca yaşamak için mutlaka yasal düzenlemelerin cezai yaptırımların olmasını da beklemeyelim. Dünyanın şifrelerini bilmesek de kendine ait fabrika ayarları bulunmaktadır. Mükemmel ve kusursuz bir sistemle çalıştığını bilim insanları yaptıkları her keşifle ortaya koymaktadır. Bu sisteme müdahale ederek canımızın istediği gibi değiştiremeyeceğimizi anlamamız ve farkında olmayanlara da hatırlatmamız gerekiyor. Demek ki sosyal bir varlık dediğimiz insan olarak bireysel değil kolektif hareket etmemiz gerekiyor. Medeniyetin geldiği noktada hiçbir ülke sınırlarını kapatıp dışarda olup bitene göz yumamıyor. Bunu en son acı bir şekilde Covid-19 Virüs Pandemisinde gördük. Nerden ve ne sebeple başladı ve şu anda milyonlarca insanın ölmesine hastalanmasına sebep olarak hala tüm dünyayı tehdit etmeye devam ediyor. Eğitim kurumları olan okullarımızda dünyada sağlık ve huzurla yaşamın reçetelerini de veriyoruz aslında. Anasınıflarından başlayarak üniversite sonuna kadar her şeyi öğretmeye çalışıyoruz. Tüm öğretilenlerin özeti ve özü insan olduğumuzu unutmamakta birleşiyor. Ama bu yeterli olmuyor kimi mezunlar öğrendiklerini unutuyor veya uygulamıyor ve kötü örnek olabiliyorlar. Bireysel olarak etkimizi, yetkimizi ve gücümüzü düşünerek biz neyi nasıl değiştirebiliriz ki diyebilirsiniz. Temel kabullerimiz ve değerlerimizden başlayarak toplumsal bir mutabakat halinde olursak her işi başarabiliriz. Öncelikle “asla zarar vermemek” ilkesini temel almalıyız. Kazanılan servetler, sahip olunan teknolojiler kaybettiklerimiz geri getirmeye yetmeyecektir. Bu itibarla teknolojiye yatırım yaptığımız kadar doğayı da unutmayalım ve teknolojileri doğa dostu düşünelim. Zaten önleyici ve koruyucu davranmak, zararı telafi etmenin maliyetinden her zaman daha ekonomiktir. Başta sağlıkla yaşayabilmek için çevre dediğimiz suyu, toprağı ve havayı kirletmeyelim. Aksi halde yakın gelecekte temiz havayı da parayla satın almak zorunda kalabiliriz. Doğal kaynakların yüzde altmışını son elli yılda tükettiğimiz tespit edilmiş. Çok derin değil basit yüzeysel bir düşünceyle bile insanların dünya nimetlerinden ne kadar faydalandığına bakarsak ne kadar doyumsuz olduğumuzu anlayacağız. Denizlerde yüzen balıkları, havada uçan kuşları, toprak altında ve üstünde yetişen bitkileri, ağaçlardaki meyveleri yiyoruz, temiz suları içiyoruz, ciğerlerimize temiz havayı soluyor ve doyuyoruz. Yetmiyor, hiç gerek yokken bunları paylaşamıyor birbirimizi yiyoruz.! Peki, bugün için geç kaldık, artık işler rayından çıktı ve bu dünyayı eski haline getiremeyiz/kurtaramayız, diyerek felakete/kıyamete razı olmayacağız. Böyle gelmiş ama böyle devam etmemeliyiz. Değişebilir ve değiştirebiliriz bu işe ilk adım olarak önce kendimizden zihinsel dönüşümle başlamalıyız. Önümüzdeki on yıl “Hareket için 10 yıl” olarak tanımlanıyor. Yeni bir bakış açısıyla, sevgiyle ve her şeye pozitif yaklaşarak bireysel etkimizi bulaşıcı bir hale getirerek devam edebiliriz. Bu bulaştırma işi sosyal medya sayesinde oldukça kolay gerçekleştirilebilir. Bu dünyada huzurla, sağlıkla yaşayabilmek ve topluca mutlu olabilmek mümkündür. İhtiyaç kadar tüketerek, tüketilenleri sıfır atık prensibiyle geri dönüştürerek tasarrufla yaşayabiliriz. Bireylerin kanunen özgür olmaları sorumsuz yaşayabilecekleri anlamına gelmiyor. Varlık sahibi olmak yoksulu ve ihtiyaç sahiplerini düşünmeden yaşamayı gerektirmiyor. Yaşam amacımızın ne olduğunu yeniden düşünüp yaradılıştan gelen vicdanlı insan olmak/iyi olmak yolunu seçmeliyiz. Bu iyi olmak durumu, zaten kodlarımızda diğer duygulardan daha baskın şekilde var. Mutlu olmak için değerlerimizi zihinsel işletim sistemimize öğretmeli ve kodlamalıyız. Sevgi, adalet, dürüstlük, çalışkanlık, üretkenlik, diğergamlık, vefakârlık, fedakârlık gibi değerleri benimsemeli, yansıtmalı ve yaymalıyız. Değerlerin erozyona uğramasına müsaade etmeyelim. Farkındalığa, düşünceden, inanca ve eyleme geçmeliyiz. Bizi bu doğrultuda hareket etmekten vazgeçirecek duygulardan ve sabote edebilecek kişilerden uzak durmalıyız. Kendimize, niyetlendiğimiz işin doğru olduğuna ve yapabileceğimize inanmalı ve güvenmeliyiz. Rahatlık ve alışkanlıklar alanından çıkmaya, öğrenmeye, değişmeyi ve bu konuda girişimde bulunmaya cüret etmeliyiz. Zira bize bahşedilen akıl nimetini insanlığın hayrına ve iyiliğine kullanalım. Sadece daha çok kazanmak ve harcamakla mutlu olunmuyor. Tek başına zenginlik aslında en büyük fakirlik olarak kabul edilmektedir. Çoğunluğun muhtaç olduğu dünyada varlıktakiler güvende kalamaz. Birilerinin zengin ve mutlu olması için diğerlerinin fakir ve mutsuz olması gerekmiyor. Güzellikler uğrunda çaba sarf ettikçe, yoruldukça, mesafe aldığımızı ve kişisel-toplumsal mutluluğa katkı sağladığımızı gördükçe manevi bir doyuma ulaşabiliriz. Bu değişim kendimizden sonra en yakınımızdaki insanlardan başlayacaktır. Bu işe başlayan erkenden yola düşmüş kahramanlar var çevremizde. Bir de onların yaptıklarını yazanlar var. İşte bu yolda herkese bir sorumluluk düşüyor ki kimse kimseye zorla sen şunu yapmalısın demeden tamamen gönüllülük ve sorumluluk duygusuyla hareket etmeli ve bir işin ucundan da biz tutmalıyız. Ucundan tutanların bir kısmını yapmaya ve yazmaya başlayan iş hayatında tanıştığım güzel insan Aylin GEZGÜÇ, “Dünyayı Ben mi Kurtaracağım” adlı kitabında bunları detaylıca anlatmış. İnanıyorum ki okuyanlar orada kendilerine ve dünyaya faydalı katkılarda bulunacaklardır. Yine de bir kısmını burada zikretmeden geçmeyelim. Dünyanın karşı karşıya olduğu sorun ve krizleri çözmekte devletlerin zorlandığı yerde ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütleri devreye girmesi gerekmekte. Çorbada Tuzun Olsun Derneğince “askıda yemek”, Adım Adım Hareketi, Ahbap Platformu, Kitap Koala, Autodesk Vakfı, ÇATOM, Buğday Derneği, Ruhun Doysun, vd. öte yandan devletlerden daha büyük gelirleri olan global şirketlerin bu değer zincirlerine katılması gerekiyor. Sürdürülebilir kalkınma amaçları olarak BM tarafından belirlenen onyedi madde; “yoksulluğa ve açlığa son, sağlıklı ve kaliteli yaşan, nitelikli eğitim, toplumsal cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon, erişebilir ve temiz enerji, insana yakışır iş ve ekonomik büyüme, sanayi-yenilikçilik ve altyapı, eşitsizliklerin azaltılması, sürdürülebilir şehirler ve topluluklar, sorumlu üretim ve tüketim, iklim eylemi, sudaki ve karasal yaşam, barış-adalet ve güçlü kurumlar ve amaçlar için ortaklıklar”. Bu ülkede çok insan STK liderliği yapmıştır ancak Deprem Dede (Ahmet Mete IŞIKARA) ve Toprak Dede (Hayrettin KARACA) gibi bazıları da hayatlarını ideallerine/değerlerine adayarak ve hak ederek yeni bir isim/unvanla anılmaya devam etmekteler. Gelin hep birlikte el ele verdiğimizde etkimizi yeniden düşünelim ve dünyayı yani geleceğimizi koruyalım ki tarihi okuyan gelecek nesil bizim için ne vahşi barbar bir kuşak yaşamış doğayı katletmişler demesin. Eğitim sistemleri ve müfredatları bu doğrultuda yeniden gözden geçirilmeli. Öğretmen meslektaşlarım, etki alanınızı düşünerek dokunabildiğimiz her öğrenciye her şeyden daha önce ve çok yaşamsal doğa bilgisini aşılayalım. Unutmayalım ki “bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at, bir komutanı, bir komutan savaşı ve ülkeyi kurtarabilir. Eğitimin bir amacı da hayata hazırlamak, karşılaşılacak problemlerle başetmeyi öğrenmektir. En önemli problemimiz dünyada huzur, sağlık ve barış içinde yaşayabilmektir. Çocuk, genç, yetişkin tüm bireylere nitelikli eğitim sağlayabilirsek; kendisinin, ailesinin, toplumunun, ülkesinin ve dünyanın kötü gidişatı değiştirilebilir. Toprak, kendini yenileyebilen bildiğimiz kadarıyla kullanım ömrü sonsuz olan en mükemmel ilahi fabrikadır. Hepimiz için değerli olan yaşamsal gıdaları bize sağlayan bu kutsal değere sahip çıkalım. Ben halen dedemin ektiği ağaçların meyvesini yiyerek kendisine rahmet okuyorsam, dedemin yolundan devam etmeli ve toprağa sahip çıkarak yeni meyveler ekmeliyim ki bana da torunlarım rahmet okumaya devam etsinler. Ahiret inancımıza göre de baki olan öbür âlemde hesabımız kolay ve mükâfatımız bol olsun. Ben duyanım, okuyanım ve bildiğim/anladığım kadarıyla sorumluluğumu sizinle paylaşıyorum. Hadi gelin el ele verelim bu güzel dünyayı kurtaralım… (*) Bu yazı, Aylin GEZGÜÇ, Dünyayı Ben mi Kurtaracağım, Doğan Kitap, Şubat-2021 kitabından esinlenerek ve yararlanarak hazırlanmıştır.

Eğitim ve İstanbul

İstanbul’da hayatı anlatacaksanız, 39 ilçesinde yaşayan 81 vilayetten, yakın geçmişte Osmanlı’ya bağlı eyaletlerden ve dünyanın dört bir yanından gelenlerin yaşamını anlatmalısınız. Bunların yanında Roma, Bizans, Türk ve İslam Tarihi ve Kültüründen de bahsetmelisiniz. İstanbul öyle bir yer ki, tarihiyle, coğrafyasıyla ve güzelliğiyle görenleri ve yaşayanları kendisine hayran bırakmıştır. Yüzyıllar boyunca bu güzel beldede tüm yaşananların tarihini yazmak kolay değil. Bu zorlu işe soyunmak da cesaret ve yetenekli bir ekip ister. Ancak bu iş çok zor da olsa bu büyük örneklem, her konuda her açıdan meraklılarına doğru ve yeterli bilgileri sağlayacak ve ortaya çıkacaklara verilen emeklere değecektir. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür A.Ş. ortaklığı ile hazırlanan “Antikçağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi” isimli eser, 2012 yılında 270 ilim adamınca kaleme alınmaya başlanan 363 makaleden oluşmaktadır. 2015 yılında 10 cilt, 5320 sayfada tamamlanan eserde harita, minyatür, gravür, resim, arşiv belgesi olarak 4 bin civarında görsel malzeme kullanılmıştır. Eserin 2019 yılında İngilizce tercümesi tamamlanmıştır. 08/12/2020 tarihinde https://istanbultarihi.ist/ adresinde internette açık erişimle yayınlanmaktadır. Antik Çağdan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi on üç ana bölüm halinde tematik olarak hazırlanmış. İlk bölümde “İstanbul’un Emperyal Dönüşümleri” ve Dünya tarihindeki yeri ortaya konmaya çalışılmış. Onları “Topoğrafya ve Yerleşim”, “Siyaset ve Yönetim”, “Demografi”, “Toplumsal Hayat”, “Dinî Hayat”, “İktisat, Ulaşım ve Haberleşme”, “Edebiyat, Sanat ve Kültür”, “Mimari”, “Eğitim, Bilim ve Teknoloji” bölümleri takip etmiş. Son bölümde hayatlarını veya hayatlarının büyük kısmını İstanbul’da geçirmiş kültür, sanat ve bilim adamlarıyla yapılan konuşmaları içeren “Hafızalardaki İstanbul” yer almış. İstanbul’un son 8500 yılının ele alındığı bu önemli çalışmanın dokuzuncu cildi, “Eğitim, Bilim ve Teknoloji” konusuna ayrılmıştır. Buradan itibaren sözü uzmanlara bırakarak eğitim için neler yazdığına özetle göz atalım. Cumhuriyet dönemi İstanbul’undaki eğitim faaliyetleri de bu çalışmada geniş bir şekilde değerlendirilmiştir. Bugün içinde barındırdığı elli yedi üniversite ve çok sayıdaki eğitim kurumlarıyla hakiki manada bir ilim-eğitim şehri olan İstanbul’un dünyadaki yerini anlayabilmek için son doksan yıllık tarihine dikkatlice bakmak lazım gelir. Hiç kuşkusuz Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun eğitim ve bilim hayatını birkaç makale ile anlatmak kolay bir iş değildir. Zira üç imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul, Cumhuriyet dönemine, bunların, bilhassa altı yüz yıllık Osmanlı medeniyetinin mirasçısı olarak girmiştir. Bu mirasın en önemli unsurlarından biri, Cumhuriyet’i kuran nesli yetiştiren modern eğitim kurumlarıdır. Söz konusu miras, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk eğitim sisteminin omurgasını teşkil etmiştir. Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti’nin tevarüs ettiği Osmanlı eğitim mirasının önemli bir bölümü İstanbul’daydı. Kentin ülke eğitim sistemindeki başlıca rolü, orta ve yükseköğretim kademelerinde daha bariz hâle geliyordu. Nitekim 1923–1924 öğretim yılında Türkiye’deki özel ve resmî liselerin yarıdan fazlası, üniversite ve yüksekokulların ise tamamı İstanbul’daydı. Fakat hemen belirtelim ki İstanbul’un eğitim sistemindeki seçkin konumu, sahip olduğu eğitim kurumlarının sayısı kadar, onların niteliği ile ilgiliydi; çünkü ülkenin farklı kademelerdeki en iyi okulları da buradaydı.(1) İstanbul Maarif Eminliği esasen Maarif mıntıkaları ile birlikte kurulmuştur. 1926’da yürürlüğe giren Maarif Teşkilâtına Dair Kanun’a göre İstanbul Maarif Eminliği’ne bağlı iller; Kocaeli, Bursa, Bolu, Zonguldak idi… Cumhuriyet dönemi rejiminin eğitim sahasında en radikal reformları gerçekleştirdiği yıllarda İstanbul Maarif Eminliği, idaresi altındaki illerde yerel bir bakanlık gibi faaliyet göstermiştir… Merkeziyetçiliği devletin bölünmezliğinin güvencesi olarak gören Cumhuriyet dönemi rejimi, Maarif eminlikleri vasıtasıyla adem-i merkeziyetçi bir yönetim tecrübesi edinmiştir. Bakanlık merkez örgütü ile yerel idareler arasında bir ara birim olarak görev yapan Maarif eminlikleri; ülke genelinde de oldukça başarılı olmuştur. Ancak bazı mahzurları görüldüğünden 1931 de kaldırılmıştır… Bundan sonra Türk Eğitim Sistemi, bugüne kadar devam eden merkeziyetçi bir döneme girmiştir. Bu sistemde illerdeki eğitim örgütleri Millî Eğitim Müdürlüklerinin çatısı altında faaliyet göstermektedir. İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul, öğretmen ve öğrencilerin yaklaşık 1/5’ine tasarruf ederek, sistemin en önemli taşra teşkilatını oluşturmaktadır. İstanbul’daki genel liseler farklı özellikler açısından sınıflandığında Osmanlı eğitim sisteminin izdüşümünü yansıtan bir dağılım ortaya çıkıyordu… İstanbul liselerinin önemi, yalnızca ülke lise çağ nüfusunun okullaşmasına katkı yapmalarından kaynaklanmıyordu. Daha da önemlisi, tarihî dokusu, büyüleyici tabii güzelliği ve ülkenin dünyaya açılan kapısı olması gibi nedenlerle ülkenin en cazip kenti olan İstanbul’daki liseler, kendilerine özgü sebeplerle de yüksek talep gören okullardı… Görkemli binaları, güçlü kurumsal gelenekleri ve seçkin öğretmenleri ile bu liseler; devletin kendilerine Cumhuriyet’in elit/münevver zümresini teşkil edecek yapı taşları olarak baktığı gençlere nitelikli bir formal eğitimin yanında, etkili bir informal eğitim ortamı da sağlıyordu. (2) Bugün dahi İstanbul’daki liseler ülkenin başarı sıralama sınavlarında iki milyona yakın öğrenciden ilk binlere giren öğrencilerin okuduğu köklü tarihi geçmişe sahip okullardır. Yakın tarihte bu okullarda çok sayıda ünlü yazar, şair ve devlet adamımız öğretmenlik ve yöneticilik yapmıştır. Yetiştirdikleri öğrencilerin de yurtiçi ve dışında özelde-kamuda ve siyasette önemli kişilerin yetişmesine zemin oluşturmuşlardır. Bugün yeniden profesör ve bakanlık yapmış kişilerin okul yöneticisi olarak görev yapmaya başlamasıyla farklı bir sayfa açılmıştır. Doğrudan üniversiteyle irtibalandırılmış, savunma sanayi gibi özel alanda nitelikli öğrenciler yetiştirmeye başlayan okullar açılmıştır. “…Bugünkü mesleki ve teknik eğitim kurumlarının temelleri Tanzimat’tan sonra atılmıştır. Midhat Paşa’nın Tuna vilayetinde korunmaya muhtaç çocukları meslek sahibi yapıp hayata kazandırmak amacıyla açmış olduğu erkek ve kız ıslahhaneleri, Türkiye’de örgün mesleki eğitim kurumlarının ilk örnekleri olarak kabul edilebilir. Bu okullar daha sonra sanayi mekteplerine dönüştürülmüştür…” Sultan II. Abdülhamid mesleki eğitimin gelişmesine büyük önem vererek, farklı alanlarda okullar açmıştı. Bu okullar o günkü devlet ve toplum ihtiyaçlarına göre şekillenmişti: Orman Mektebi, Bağcılık Mektebi, İpekböcekçiliği Mektebi, Ticaret Mektebi. Fakat Cumhuriyet’e kadar mesleki eğitimin öncelikli amacı, yetim ve öksüzler başta olmak üzere korunmaya muhtaç çocuklara meslek edindirmek olmuştu. Nitekim II. Abdülhamid’in İstanbul’da açtığı kısa ömürlü Darülhayr-ı Âlî ve Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde faaliyet gösteren darüleytamlara verilen isimler de bu bakışı yansıtıyordu. Bu arada imparatorluğun en gelişmiş/ünlü meslek okulu İstanbul Sultanahmet’teki Mekteb-i Sanayi idi. Bu yıllarda bazı vilayet merkezlerinde ve İstanbul’un birkaç yerinde kız sanayi mektepleri açılmıştı. Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen çeyrek yüzyılı aşkın zaman; mesleki ve teknik eğitimin şekillenmesinde etkili olabilecek kendine özgü koşullar/olgular nedeniyle ayrı bir dönem olarak ele alınabilir. 1926–1927 öğretim yılında İstanbul’da sadece 9 resmî mesleki ve teknik öğretim okulu 1937–1938 da ise 13 resmî orta dereceli mesleki ve teknik öğretim okulu bulunuyordu. Adı geçen okullarda 242 öğretmen görev yapıyor ve 2.214 öğrenci öğrenim görüyordu. Bu okullara dikkatle bakıldığında İstanbul’da kayda değer bir sanayileşmenin başlamadığı anlaşılır; zira bu okulların hiçbiri sanayi kollarından birine eleman yetiştirmeye yönelik değildi. 1949–1950 yılında İstanbul’daki orta dereceli mesleki ve teknik eğitim kurumlarının sayısı 36’ya çıkmış; bu okullardaki öğretmen sayısı 581’e, öğrenci sayısı ise 7.792’ye yükselmişti. İstanbul’da özel sektör ağırlıklı yatırımlarla sanayileşmenin ve buna paralel olarak taşradan göçün başladığı 1950–1970 yılları arasında mesleki ve teknik eğitimin gelişme hızı biraz daha arttı. Göç dalgalarının İstanbul’u yoğun nüfus baskısı altına aldığı, çocuklarını meslek okullarına göndermeyi onların geleceklerini güvence altına almak olarak gören ana babaların kentin varoşlarına büyük kitleler olarak yığıldığı 1970’li yıllardan itibaren bu okullara olan ilgi yoğunlaştı. Bu yıllarda sanat enstitülerinin meslek liselerine dönüştürülmesi, mezunlarına da üniversiteye gidebilme yolunun açılması mesleki ve teknik okulları daha cazip hâle getirdi. Ana babaların “Okuyamazsa elinde bir mesleği olur.” cümlesinde özetlenen tutumu, gençlerin bu okullara yönelmesinde belirleyici olmuştu. Gençler ve ailelerin gözünde bir programın değeri, mezun olduktan sonra edinilecek mesleğin sağlayacağı kazanç ve sosyal statü ile doğru orantılıydı. Bu yüzden okul kadar giril(ebil)ecek bölüm/program da önemliydi. Bu liselerin bir kısmının tarihî temeli Tanzimat’a kadar inmektedir. Bu çalışmada örnek olarak Sultanahmet Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi ve Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi iki örnek kurum, Mesleki ve Teknik Eğitimin Öncü Liseleri başlığında incelenmiştir. Ancak günümüzde çok sayıda farklı niteliklere sahip öncü meslek liseleri bulunmaktadır. Birçoğunda döner sermaye işletmesi de çalıştırılmakta olup bakanlığın okul donatım malzemeleri özellikle de Covid-19 Pandemi döneminde acil ihtiyaç duyulan kişisel koruyucu sağlık ekipmanları ve dezenfektan üretimiyle örnek çalışmalarla kamuoyunda takdir toplamışlardır. Halen altmışa yakın okulda devam eden üretimle ihracaat da yapılmaktadır. Sektörü temsilen İTO-İSO ve MÜSİAD ile yapılan işbirliğiyle toplam üçyüzbeş okulun yüzdört’ünde proje uygulanmaktadır. Ar-Ge Merkezlerinin de kurulmaya başlandığı okullarda marka-patent çalışmaları da yürütülmektedir. Bugün Sultanahmet Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi (Mekteb-i Sanayi [Sanayi Mektebi]) adıyla eğitime devam eden okul 4 Eylül 1868’de açılmış olup döneminde okulun giderlerini karşılamak için Galata Köprüsü geçiş ücretlerinin bir kısmı ile bazı emlakin kira gelirleri de tahsis edilmiş olması meslek liselerine verilen önemin bir göstergesi sayılabilir. Yine Selçuk Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi adıyla eğitime devam eden okul 1879 yılında Kız Sanayi Mektebi [İnâs Mekteb-i Sanayisi] adı altında açılmıştır. 1922 yılında Çapa’daki yanan Derviş Paşa Konağı’nın yerine yapılan şimdiki binasına taşınmıştır. XXI. yüzyılda İstanbul’da eğitim denildiğinde kısaca denilebilir ki; iki kıtanın birleştiği yerde kurulmuş olan, dünyanın sayılı, Türkiye’nin ise hemen her bakımdan en büyük şehri olan İstanbul, eğitimde üniversite sayısının fazlalığı ile Türkiye’nin lideridir. İstanbul’da 13 devlet ve 44 vakıf olmak üzere toplam 57 üniversite bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Hava ve Deniz Harp okulları ile herhangi bir üniversiteye bağlı olmayan 4 vakıf meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Türkiye’deki üniversitelerin yüzde 29,61’ine İstanbul ev sahipliği yapmaktadır. Yükseköğretimde eğitim gören öğrenci sayısı toplam 1 milyon bin 834’tür. 553 bin 203 öğrenci devlet üniversitelerinde, 440 bin 586 öğrenci vakıf üniversitelerinde, 8 bin 45 öğrenci ise vakıf meslek yüksekokullarında eğitim görmektedir. Yurtdışından çok sayıda yabancı öğrenciye ev sahipliği yapmaktadır. 2018 yılı verilerine göre İstanbul’da örgün eğitim veren 6 bin 792, yaygın eğitim veren 2 bin 311 olmak üzere toplam 9 bin 103 okul; 104 bin 87 örgün eğitim veren, 14 bin 674 yaygın eğitim veren olmak üzere toplam 118 bin 761 derslik bulunmaktadır. Bu okullarda 155 bin 39 örgün, 15 bin 371 yaygın olmak üzere toplam 170 bin 410 öğretmen eğitim vermekte; 3 milyon 97 bin 450 örgün, 551 bin 807 yaygın olmak üzere toplam 3 milyon 649 bin 257 öğrenci ve kursiyer eğitim görmektedir.(3) Bu eşsiz eserden başta öğrenci ve öğretmenlerimiz olmak üzere herkesin haberdar edilmesi ve faydalanmasını sağlamak adına eğitimde bir ilk olarak; İstanbul Dersi, İstanbul’u öğrenme arzusu duyan, tanıyan, seven ve koruyan, kültürünü yaşayan ve yaşatan, keşfetmek isteyen, sanatsal etkinliklere katılan, hoşgörü ile yaklaşan, İstanbul’a ilişkin duyguları güçlü bireyler yetiştirmek amacıyla İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen bir projedir. İlköğretim birinci kademedeki 3, 4 ve 5. sınıflarda serbest etkinlikler ders saati kapsamında gerçekleştirilen “İstanbul Dersi” 2010-2011 Eğitim Öğretim yılında uygulanmaya başlanmıştır. Dönemin İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, ilk dersi Beşiktaş Şair Nedim İlköğretim Okulu’nda bizzat vermiştir. Bu derste; “İstanbul’u Tanıyorum, İstanbul’un Dünü, Bugünü, Yarını, Adım Adım İstanbul, İstanbul Benim Okulum, Sayfa Sayfa İstanbul, İstanbul’da Alışveriş, Kültür ve Sanatın Başkenti İstanbul, İstanbul’da Yaşıyorum ve Yaşayan İstanbul” olmak üzere dokuz tema işlenmeye başlanmıştır. Halen ortaokullarda seçmeli dersler içinde “Şehrimiz İstanbul” adıyla iki saatlik bir ders olarak bu faydalı uygulamaya devam edilmektedir. Birçok projenin aksine bu çalışma sisteme dahil edilerek nadir sürdürülebilir uygulamalara iyi bir örnek olmuştur. (1) Mehmet İpşirli, GİRİŞ: EĞİTİM, BİLİM VE TEKNOLOJİ https://istanbultarihi.ist/329-giris-egitim-bilim-ve-teknoloji?q=e%C4%9Fitim (2) Mustafa Gündüz / Cemil Öztürk, CUMHURİYET DÖNEMİNDE İSTANBUL’DA EĞİTİM https://istanbultarihi.ist/345-cumhuriyet-doneminde-istanbulda-egitim?q=e%C4%9Fitim (3) http://www.istanbul.gov.tr/universite-sehri-istanbul

MESLEKİ EĞİTİM AFORİZMALARI

Hayaller kurulmadan hayatta beklenen değişiklikler ve güzel çalışmalar kendiliğinden gerçekleşmiyor. Bizim planımız kurgumuz dışında başkal...